You are currently viewing Mesnevi’den Seçme Hikayeler, “Define”
  • Post comments:0 Yorum

Mesnevi’den Seçme Hikayeler, “Define”

Hikaye Oku; Aç tavuk düşünde kendisini darı ambarında görürmüş sözündeki gibi, bizim yoksula da düşünde bir müjdeci göründü:

“Ey hayatı yoksulluklar içinde geçmiş olan! Kalk, komşun olan kâğıtçıda, şu şekilde, şu renkte bir kâğıt var, onu bul ve kimsenin olmadığı yere giderek orada oku. Kimseye gösterme. O bir define kâğıdıdır. İş yayılır, ortalara düşerse bile üzülme. Senden başka kimsecikler bir arpa tanesi bile alamaz ondan. Elde etmen uzarsa sakın umutsuzluğa düşme. Her an, ‘Allah’tan umut kesmeyin’ ayetini hatırla.”

Müjdeci bunları söyledikten sonra, elini adamın göğsüne koydu:

“Haydi, yürü, zahmet çek!” dedi.

Yoksul kendisine gelince sevindi, içi içine sığmıyordu. Hemen kalktı, giyindi, dışarı fırladı; doğru kâğıtçının yolunu tuttu. Dükkândan girdi, ne aradığının farkına varılmasın diye bir süre başka kâğıtları karıştırdı. Sonra söz konusu kâğıdı bulacağını umduğu yere yöneldi.

“Aman Allah’ım! İşte o! Tüm belirtiler var üzerinde… şekli, rengi… hepsi tarife uyuyor!” diye bağırmamak için kendisini zor tuttu. Kâğıdı fark ettirmeden gömleğinin içine gizledi:

“Hayırlı işler olsun usta!” diyerek ayrıldı dükkândan.

İçinden de:

“Bu değerli kâğıt, onca başka kâğıdın arasına nasıl girdi? Yazı alıştırmasında kullanılan kâğıtların arasında, hazine tarifi! Allah Allah! Nasıl olur da her şeyin koruyucusu Allah, birilerinin bir şeyler aşırmasına izin verir? Bütün ovalar altınla, gümüşle dolu olsa, Allah istemedikçe ondan bir arpa tanesi dahi alamazsın. Yüzlerce kitap okusan, Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz. Amaa… Allah’a kulluk edersen, bir kitap bile okumadan ağzından öyle inciler dökülür ki sen de şaşırır kalırsın, bunlar benden mi çıktı diye kendinden geçersin. Şimdi iyiden iyiye inanıyorum ki, gördüğüm düşteki kişi, erenlerden… Yoksa eliyle koymuş gibi bilebilir miydi yerini?” diye geçiriyordu.

Çevresine bakındı, kimsenin olmadığını görünce kâğıdı sakladığı yerden çıkardı; incelemeye, okumaya başladı.

Kâğıtta şunlar yazılıydı:

“Bil ki; şehrin dışında mezar olan filanca kubbe var ya… hani arkası şehre, kapısı Ferkad yıldızına (Kuzey kutbuna yakın olan iki parlak yıldızdan her biri.)  karşı… Türbeye arkanı dön, yüzünü kıbleye çevir, sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi, yaydan oku attın mı, okun düştüğü yeri kaz.”

Yoksul, bir yay buldu, oku koydu, bütün gücüyle çekerek gerdi, oku boşluğa bıraktı. Düştüğü yeri kazmaya başladı sevinerek. Kazdı kazdı… Boşuna… bir şeycikler yok. Kolunda güç, kazma kürekte ağız kalmadı. Gizli defineden bir eser yok.

Böylece her gün ok atmaya, düştüğü yeri kazmaya başladı. Yok… bir türlü bulamıyor, ama umudunu da hiç kaybetmiyor; devam ediyordu kazmaya. Hep orayı burayı kazdığından, şehirde de dedikodu yayılmaya başlamış, fırsatçılar, “Filan yoksul bir define kâğıdı bulmuş, her tarafı kazıp duruyor,” diye durumu padişaha haber vermişti. Zaptiyeler adamı söylenen yerde buldular, karga tulumba edip padişahın huzuruna getirdiler.

“Bre densiz, benim memleketimde, benden gizli hazine ararmışsın, doğru mudur?” diye gürledi padişah.

Adam yoksul ama, akılsız da değil ya. İşin sonunun kötüye gideceğini fark etti; yalan söylerse acımasız padişahın, derisini bile yüzdüreceğini anladı. Düşünde gördüklerini, hiçbir ayrıntıyı gizlemeden, bir bir anlattı; defineyi tarif eden kâğıdı da padişahın önüne koydu:

“Hesapsız zahmetlere girdim, defineden bir küçük parça bile çıkmadı. Yorgunluğum, açlığım, uykusuzluğum da yanıma kaldı. Ey kaleler fethetmiş padişahım, belki senin bahtın yâver olur da, bulursun defineyi…” dedi.

Padişah da altı ay, belki daha fazla ok attı, okların düştüğü yerleri kazdırdı durdu. Nerede katı bir yay duysa hemen getirtip onunla deniyordu; ama boşuna. Eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define sanki “Anka”ya benziyordu. İsmi var, cismi yok. Her yer kazılmış, her yer kuyularla dolmuştu. Günün birinde, padişah, yoksulu çağırttı. Define kâğıdını önüne atıp:

“Bu işi olanın yapacağı bir şey değil. Senin işin yok. Bu iş sana daha layık! Bulursan ne âlâ; helâl hoş olsun. Bulamazsan kazar durursun…” dedi.

Kâğıdı alan yoksul, düşmanların, kıskançların ara bozuculuklarından emin oldu; hemen kazmayı küreği omuzlayıp sevdalandığı işe adamakıllı sarıldı. Bulduğu her sert yayı alarak denemeler yaptı, kazdı durdu. Görenler, padişahın izin verdiğini bildiklerinden ses çıkarmıyor; ama onu kıskanmaktan da geri durmuyorlardı.

Günler günleri, günler ayları kovaladı. Yoksulun bir yerleri kazmasına artık herkes alışmıştı; kimse ilgilenmiyordu bile. Yoksul aç, açık, çıplak, perişan bir durumda macerasının, aşkının, sevdasının peşinden ayrılmadı aylar boyu. Vefasızlık etmedi sevdasına, usanmadı da. Ama sonuç da yoktu.

Serap misali, tam kavuştum derken, yine boş hayal, havayı döven eller…

Sonunda gözler yorgun, beden yorgun, umutların kırıntıları da tükenmekteyken, “Neden yardım istemiyorum? O isteyin vereyim, dua edin kabul edeyim demiyor mu?” diye düşündü, açtı gönlünü, gönlünün ellerini:

“Ey sırları bilen! Bu define için ömrümü ziyan ettim! Hırs şeytanı acele ettirdi bana, tedbir alamadım, akıllı davranamadım! Düğümü, bağlayana başvurarak çözeyim demedim! Yâ Rabbi! Bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç!

Duada da hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum; hüner nerede, ben neredeyim, doğru bir gönül nerede? Bunların hepsi de senin aksin, hepsi de sensin.”

Duaları gecelerce, günlerce sürdü; Allah’tan esin geldi, bütün güçlükleri çözümlendi:

“Sana ‘Yaya bir ok koy ve at,’ dendi! Yayın zıhını (Yayın gerilen kirişi.) adamakıllı çek mi dendi? ‘Tâ kulağına kadar çek,’ demedi. Sen, ukalalığından yayı çekmeye, okçuluk becerini göstermeye çalıştın. Oysa, sen ok gibi düşüncelerini uzaklara atmadasın. Av yakında, sen uzağa düşmüşsün. Kim daha uzağa ok atarsa, daha uzaktadır. Sen okçuluğunu perde yaptın kendine, oysa, isteğin koynunda idi!”

Mesnevi Hikayeleri

Mevlana Ve Mesnevi Hakkında

Mevlana Celaleddin-i Rumi, 30 Eylül 1207 tarihinde bugün Afganistan sınırları içerisinde bulunan Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Yaşadığı dönemde Anadolu‘ya Diyarı-ı Rum denildiği için Rumi soyadını, zaman içinde de kendisine duyulan büyük saygının ifadesi olarak efendimiz manasına gelen Mevlana adını almıştır.

Türk – İslam medeniyetinin en önemli isimlerinden biri olan Mevlana, insanları hoşgörüye ve kardeşliğe çağıran ünlü bir tasavvuf alimidir. Mektubat, Fihimafih, Divanı Kebir ve Mesnevi gibi eserleriyle insanlara güzelliği anlatmıştır.

Mevlana bir sevgi ve hoşgörü elçisidir. Hayatı, kişiliği, eserleri, felsefesi binlerce kişiye konu olmuş, binlerce kitap yazılmıştır. Türk-İslam medeniyetinin yetiştirdiği en önemli şahsiyetlerden biri olan Mevlana, dünyanın her yerinde eserleri okunan, derin bir sufi, büyük bir şair ve tasavvuf ehli bir alimdir.

Yazdığı en büyük eser olan Mesnevi sayısız dile çevrilerek dünyanın her yerinde okunmuş ve insanların beğenisini kazanmıştır. “Gel gel yine gel, ne olursan ol yine gel. Yüz kere eğer tövbeni kırsan yine gel” dizeleriyle, insanları dil, din, ırk, mezhep ayrımı gözetmeden, kardeş olmaya, barışa ve hoşgörüye çağıran din bilginidir. 13. yüzyılda yaşamış olmasına rağmen eserleri ve düşünceleri çağları aşan Mevlana merhameti ve karşılıksız olan insan sevgisiyle sadece İslam alemini değil, diğer dinlerdeki insanları da kendine hayran bırakmıştır.

Hazret-i Mevlana’ya büyük sevgiyle bağlı sırdaşı Çelebi Hüsamettin, tasavvufu dervişlere anlatacak bir eser ortaya çıkarmasını tavsiye etti. Hazret-i Mevlana da Mesnevi’nin ilk 18 beyitinin yazılı olduğu kağıdını sarığından çıkarıp Çelebi’ye uzattı. Hazret-i Mevlana, ömrünün son 10-15 yıllık devresinde Mesnevi’yi ortaya çıkardı. O söylüyor, Çelebi Hüsameddin yazıyordu.

Mevlana, dini bilgilerden siyasete, sağlıktan insan ilişkilerine ve hayata dair birçok konuya yer verdiği, 26 bin beyite yaklaşan 6 ciltlik bu önemli eseri için şu ifadeyi kullandı:

“Bizden sonra Mesnevi şeyhlik edecek, arayanlara doğru yolu gösterecek, onları yönetecek ve önderlik yapacaktır.”

Mevlânâ‘nın en büyük eseri Mesnevi’sidir. Eser, aruz ölçüsünün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün kalıbıyla Farsça yazılmış olup 6 cilt, 25618 beyittir. Varlıkta birlik (Vahdet-i Vücûd) anlayışını birtakım kurmaca/hayali veya gerçek olaylardan hareketle anlatmaya çalışan didaktik (öğretici) bir eserdir. Mevlânâ’da hakiki müslümanlık şuuru en yüksek derecesi ile ifade edilmiştir ve bu müslümanlık şeklin değil, mânanın müslümanlığıdır.

Mesnevi’deki en önemli özellik çok derin konuları bile rahat ve anlaşılır bir şekilde anlatmasıdır. Mevlana birçok konuyu ilhamının sesine uyarak içine doğduğu gibi söylemiş ve büyüleyici bir eda yakalamıştır. O, düşüncelerini uzun uzun bir kâğıda döküp sonra üzerinde düzeltme falan yapmamıştır. Bu arada Mevlana, basit; fakat düşündürücü ve bilhassa buluş kabiliyetini gösteren deliller getirir, örnekler verir, anlatmak istediği şeyi apaçık bir hâle koyar, hatta gülünç hikayeler bile söylemekten çekinmez. Zaten Divan’ındaki bir gazelinde; “Benim gülünç şeyler söylemem, gülünç şeyler söylemiş olmak, eğlenmek, eğlendirmek için değil; öğretmek, halkı neşelendirip anlatmak istediğimi anlatmak içindir.” der.

Bir cevap yazın