You are currently viewing Guy de Maupassant’tan Seçme Hikayeler, “Bayan İnci”
  • Post comments:0 Yorum

Guy de Maupassant’tan Seçme Hikayeler, “Bayan İnci”

Seçme Hikayelerden; O akşam bayan İnci’yi kraliçe seçmekle gerçekten ne garip bir düşünceye kapılmıştım.

Her yıl gider, haçı suya atma yortusunu yaşlı dostum Chantal’in evinde kutlarım. Onun en yakın arkadaşı olan babam, beni çocukken oraya götürürdü. Bunu sürdürdüm. Ben yaşadıkça ve bu dünyada bir Chantal bulundukça da kuşkusuz sürdüreceğim.

Chantallerin garip bir yaşamları vardır. Paris’te, tıpkı Grosse’ta veya Yvetot’da, Pont -à -Mousson’daymışlar gibi yaşarlar.

Rasatane yakınlarında, küçük bir bahçe içindeki evleri kendilerinindir. Orada, taşrada gibi otururlar. Paris’ten, asıl Paris’ten haberleri yoktur, orada olup bitenlere hiç aldırış etmezler. Öyle uzak, öyle uzaktadırlar! Bununla birlikte bazen oraya bir yolculuk, uzun bir yolculuk yaparlar. Aile içinde söylendiği gibi Bayan Chantal toptan yiyecek almaya gider. Bakın toptan yiyecek almaya nasıl gidilir:

Mutfak dolaplarının anahtarlarını taşıyan Bayan İnci (çünkü çamaşır dolaplarına ev sahibi bayan kendi bakar) şekerin bitmek üzere olduğunu, konservelerin tükendiğini, kahve torbasının dibine indiğini haber verir. Böylece açlık tehlikesine karşı dikkati çekilen Bayan Chantal, bir deftere not ala ala kalanları gözden geçirir. Sonra birçok sayı yazıp önce uzun hesaplara, arkasından da Bayan İnci ile uzun danışmalara girişir. Sonunda anlaşmaya varılır ve her şeyden üç ay için alınacak miktarlar saptanır:

Şeker, pirinç, kuru erik, kahve, reçel, kutu bezelye, kuru fasulye, istakoz, tuzlu veya isli balık, ve benzerleri.

Ondan sonra alışveriş günü kararlaştırılır ve bir araba, kapalı bir kira arabasıyla köprülerin ötesinde, yani mahallelerde büyük bir bakkala gidilir. Bayan Chantal’le Bayan İnci bu yolculuğu birlikte yaparlar ve akşam, yemek vakti, yorgunluktan bitmiş, bir o kadar da üzülmüş, tepesi bir taşınma arabası gibi paketler ve çuvallarla dolu kupanın içinde sarsılmış olarak, dönerler.

Chantallere göre Paris’in Seine ötesindeki bölümü, yeni mahalleler, günlerini boşuna harcayıp gecelerini eğlenceyle geçiren ve paralarını pencereden atan garip, gürültücü, kendini bilmez bir halkın oturduğu mahallelerdir. Bununla birlikte, genç kızlar arada sırada tiyatroya, oyun Bay Chantal’in okuduğu gazete tarafından salık verilmişse, Opéra-Comique’e veya Française’e götürülürler.

Genç kızlar şimdi on dokuz ve on yedi yaşlarında olmalıdır. Bunlar çok iyi yetişmiş, iki güzel bebek gibi silik kalacak kadar iyi yetişmiş, uzun boylu, tazecik, iki hoş kızdı. Küçük Chantallere dikkat etmek veya kur yapmak dünyada aklıma gelemezdi. İnsan onlarla konuşmaya ancak cesaret ederdi. O kadar masumdular. Kendilerine selam verilirken hemen hemen saygısızlık etmekten korkulurdu.

Babaya gelince, o çok bilgili, çok açık, çok içten, fakat her şeyden önce rahatı, dinginliği, erinci seven ve değişmez bir devinimsizlik içinde kendi keyfince yaşamak için ailesinin böyle mumyalaşmasına çok yardım etmiş olan, hoş bir adamdır. Çok okur, seve seve konuşur ve acıma duygusu çabuk uyanır. Kimseyle görüşmemek, dirsek dirseğe gelmemek, çarpışmamaktan dolayı derisi, manevi derisi pek duyarlı ve nazik bir duruma
gelmişti. En küçük şey onu heyecanlandırıyor, sarsıyor ve örseliyordu.

Bununla birlikte Chantallerin ilişkileri, ama dar, dikkatle seçilmiş birkaç komşu arasında ilişkileri de vardır. Uzakta oturan akrabalarla da yılda iki veya üç gidip gelmeleri olur.

Bense 15 Ağustos’ta ve haçı suya atma yortusunda onlara akşam yemeğine giderim. Bu, Katoliklerin paskalya duası gibi, görevlerim arasındadır. 15 Ağustos’ta bir iki dost daha çağrılır. Fakat haçı suya atmada ben tek yabancı çağrılıyımdır.

İşte her yıl gibi o yıl da haçı suya atma yortusunu kutlamak üzere Chantallere akşam yemeğine gitmiştim.

Göreneğimize göre Bayan Chantal, Bay Chantal ve Bayan İnci ile kucaklaştım, Matmazel Louise’le Matmazel Pauline’i de derin bir saygıyla selamladım. Bana bin şey, sokak haberleri, politika, Tonkin sorunu konusunda halkın ne düşündüğü, temsilcilerimiz üzerine sorular sordular. İri yapılı bir hanım olan ve bütün düşünceleri bana yontma taşlar gibi dört köşeli gelen Bayan Chantal, siyasetle ilgili her konunun sonucu olarak şu tümceyi söylerdi: “Bütün bunlar, sonrası için kötü tohumlardır.” Neden her zaman Bayan Chantal’in düşüncelerinin dört köşe olduğunu düşünmüşümdür? Orasını bilmem. Fakat onun her dediği kafamda bu biçimi alır. Bir kare, karşılıklı dört köşesiyle kocaman bir kare. Düşünceleri bana hep yuvarlak ve çember gibi tekerlenir gelen başka insanlar da vardır. Herhangi bir şey üzerinde bir tümceye başladılar mı on, yirmi, elli yuvarlak düşünce çıkar, gider, yuvarlanır ve gözümün önünde, irili ufaklı, birbirinin arkasından, ta ufukta bir noktaya kadar koşar. Birtakım insanların da sivri düşünceleri olur. Neyse, bunların pek önemi yok.

Her zamanki gibi sofraya oturuldu ve yemek, akılda kalacak belli başlı bir şey konuşulmadan bitti.

Sıra tatlıya gelince sofraya kral pastası getirildi. Her yıl Bay Chantal kral olurdu. Sürekli bir raslantının mı, yoksa ailece bir anlaşmanın mı sonucuydu, bilmem, kendisine düşen pastanın içinde baklayı kesinlikle o bulur ve Bayan Chantal’i de kraliçe ilan ederdi. Onun için ağzımdaki pasta lokmasında az kalsın bir dişimi kıracak olan çok sert bir şey olduğunu anlayınca, şaşırdım. Bunu yavaşça ağzımdan çıkardım ve boyu bir fasulye tanesini geçmeyen büyük bir porselen bebek gördüm. Şaşkınlık bana bir “A!” dedirtti. Herkes yüzüme baktı ve Chantal alkışlayarak haykırdı: “Gaston’a çıktı! Gaston’a çıktı! Yaşasın Kral! Yaşasın Kral!”

Hepsi bir ağızdan: “Yaşasın Kral!” diye yineledilar. Ben de biraz budalaca durumlarda çok kez yok yere kızarıldığı gibi kulaklarıma kadar kızardım. O çini parçasını iki parmağımın arasında tutarak gözlerim inik duruyor, gülmeye çalışıyor ve ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilmiyordum. Bu sırada Chantal: “Şimdi bir kraliçe seçmek gerek” dedi.

İşte o zaman sıfırı tükettim. Bir saniyede aklımdan bin düşünce, bin olasılık geçti. Bana küçük Chantallerden birini mi seçtirmek istiyorlardı? Bu, onlardan hangisini yeğlediğimi bana söyletme vesilesi mi, yoksa olası bir evlenmeye doğru tatlı, hafif, duyulur duyulmaz bir ana baba atılımı mıydı?

Baş göz etmek konusu, kızları büyümüş bütün evleri durmadan uğraştırır ve her biçime, her kılığa, her vesileye bürünür. Beni büyük bir sürçme korkusu, aynı zamanda Matmazel Louise’le Matmazel Pauline’in o kadar şaşmaz biçimde dürüst ve kapalı durumları karşısında büyük bir çekingenliktir aldı. Kızlardan birini öbürünün zararına seçmek, bana iki su damlası arasında bir fark gözetmek kadar zor geldi. Sonra, hiç istemezken, usul usul hep bu anlamsız krallık kadar sessiz, sezilmez, gizli kapaklı yollarla sonunda evlenmeye sürüklenebileceğim bir serüvene atılmak da midemi çok kötü bulandırıyordu.

Fakat ansızın içime bir şey doğdu ve porselen bebeği Bayan İnci’ye uzattım. Herkes önce bir şaşırdı. Sonra, kuşkusuz sakınım ve inceliğim beğenilmiş olacak, çılgın bir alkıştır koptu. “Yaşasın Kraliçe! Yaşasın Kraliçe!” diye haykırıyorlardı.

Ona gelince, zavallı yaşlı kız, bütün ölçülülüğünü yitirmişti. Şaşırmış, titriyor ve kekeliyordu: “Ama hayır.. ama hayır.. ama hayır.. ben olmayayım.. rica ederim.. ben olmayayım.. rica ederim…” O vakit ömrümde ilk kez olarak Bayan İnci’ye baktım ve kendi kendime kim olduğunu sordum.

Onu, çocukluktan beri üzerlerinde hiç dikkat edilmeden oturulan eski kumaş koltuklar ne gözle görülürse, bu evde öyle görmeye alışmıştım. Bir gün, bilinmez neden, bir güneş ışığı o koltuğa vurur da insan ansızın kendi kendine: “Bak hele,” der; “bu parça çok ilginç bir şey.” Sonra ağacın bir sanat adamı tarafından işlenmiş olduğu, kumaşının dikkate değdiği  keşfolunur. Ben de Bayan İnci’ye hiç dikkat etmemiştim.

O Chantal ailesindendi. İşte o kadar. Ama nasıl? Kim olarak? Bu, silik kalmaya çalışan, fakat önemsiz de görünmeyen iri yapılı ve kuru bir insandı. Kendisine bir kahya kadından ileri, bir akrabadan geri sayılacak biçimde dostça davranılıyordu. O zamana kadar hiç önem vermediğim bir sürü küçük noktayı şimdi ansızın kavrıyordum! Bayan Chantal ona: “İnci”, genç kızlar: “Bayan İnci” diyorlardı! Chantal ise, sanırım, daha saygılı bir edayla her zaman “bayan” diye konuşuyordu.

Kendisine bakmaya başladım. Kaç yaşındaydı? Kırk mı? Evet, kırk. Bu kız yaşlı değildi, yaşlanıyordu. Gözüme ansızın bir şey çarptı. O, gülünç bir biçimde baş yapıyor, giyiniyor, süsleniyordu. Fakat bunlara karşın hiç de gülünç değildi. Kendisinde öyle yalın, doğal bir hoşluk, örtülmüş, dikkatle saklanmış bir hoşluk vardı. Gerçekten ne acayip yaratıktı! Nasıl olmuş da ona şimdiye kadar daha iyi bakmamıştım? Ağarmaya başlamış küçük ve her bakımdan gülünç saç büklümleriyle garip bir baş yapıyordu. Bu bozulmaktan korunabilmiş kız oğlan kızlık saçının altında iki derin çizgiyle, iki sürekli üzüntü çizgisiyle bölünmüş geniş ve dingin bir alın görülüyor, sonra da iri ve tatlı, gayet çekingen, gayet korkak, gayet iddiasız iki mavi göz, küçük kız hayretleriyle, taze duygularla, aynı zamanda onları bulandırmadan sulandırarak içlerine sızmış yaşlarla dolu, gayet masum iki güzel göz seçiliyordu.

Bütün yüz ince ve kapalıydı. Bu, yorgunluklarla veya yaşamın büyük yürek çarpıntılarıyla örselenip solmadan sönmüş yüzlerden biriydi. Ne güzel ağzı vardı! Ne güzel dişleri vardı! Fakat o, sanki gülümsemeye cesaret edemiyordu.

Birdenbire onu Bayan Chantal’le bir tarttım. Hiç kuşku yok, Bayan İnci üstün, yüz kere üstündü; daha ince, daha soylu, daha ağır başlıydı. Görüşlerim beni şaşırtmıştı. Şampanya veriliyordu. İyi düşen bir nezaket tümcesiyle kadehimi, sağlığına içmek üzere, kraliçeye doğru uzattım. Yüzünü peçetesiyle örtmeye can atıyordu. Dudaklarını duru şaraba değdirirken herkes: “Kraliçe içiyor! Kraliçe içiyor!” diye haykırdı. O zaman o kıpkırmızı oldu ve tıkandı. Gülüyordu. Onu evde çok sevdiklerini iyice gördüm.

Yemek biter bitmez Chantal koluma girdi. Sigara saati, onun karışılmaz saati gelmişti. Yalnız olduğu vakitler sigarasını gider, sokakta içerdi. Yemekte bir konuğu bulunduğu vakitse bilardo salonuna çıkılır ve o, sigara içerek oynardı. O akşam bilardo salonunda yortu onuruna ateş bile yakılmıştı. Yaşlı dostum bilardo değneğini, ucunu büyük dikkatle tebeşirlediği çok nazik bir değneği aldı, sonra bana:

– Geç bakalım, oğlum! dedi.
Küçüklüğümü bildiği için, yirmi beş yaşında olmama karşın, bana böyle derdi.

Oyuna başladım. Birkaç karambol yaptım. Birkaçını kaçırdım. Fakat Bayan İnci düşüncesi boyuna kafamda dolaştığı için, birdenbire:

– Bay Chantal, diye sordum, Bayan İnci akrabanız mıdır?

Son derece şaşırıp oyunu bıraktı ve bana baktı.

– Nasıl bilmiyor musun? Bayan İnci’nin öyküsünü bilmiyor musun?
– Hayır.
– Baban sana hiç anlatmadı mı?
– Hayır.
– Bak hele! İşte bu tuhaf! Ama gerçekten tuhaf! Bu, kocaman bir öyküdür yahu!
Sustu, sonra yine:
– Hele bilsen, dedi, bunu bana böyle bir günde, haçı suya atma yortusunda sorman ne garip!
– Neden?
– Neden mi? Dinle. Bundan kırk bir yıl, bugünkü yortudan tastamam kırk bir yıl önceydi. O zaman Rouy-le-Trus’da, tabyalarda oturuyorduk. Ama iyi anlaman için sana önce evi tanımlamam gerek. Rouy, bir bayırın, daha doğrusu büyük bir çadır denizine egemen bir tepeciğin üstündedir. Orada, eski kale duvarlarının üstüne tırmanan güzel asma bahçeli bir evimiz vardı. Ev kentte, cadde üzerindeydi, ama bahçe ovaya bakardı. Bu bahçenin de, romanlarda olduğu gibi, kalın duvarların içinden inen gizli bir merdivenin ucunda, kıra açılan bir kapısı vardı. Koca bir çanı bulunan bu kapının önünden bir yol geçerdi. Köylüler uzun dolaşmazlar, tahılı bu kapıdan getirirlerdi.

Durumu gözünün önüne getiriyorsun, değil mi? O yılın haçı suya atma yortusunda bir haftadan beri kar yağıyordu. Sanki dünyanın sonu gelmişti. Ovaya bakmak için kale duvarlarına gittiğimizde, bu cilalı gibi parlayan donmuş, beyaz, bembeyaz ülke ta içimizi titretiyordu. Sanki Tanrı dünyayı, eski dünyaların debboyuna göndermek için bir pakete sarmıştı. İnan ki ortalık pek üzünçlüydü.

O sırada bütün aile bir arada oturuyorduk ve kalabalık, çok kalabalıktık. Babam, annem, amcam, yengem, iki kardeşim ve amcamın dört kızı filan. Amcamın kızları güzeldi. En küçükleriyle evlendim. Bütün bu kalabalıktan bugün ancak üç kişi kaldık: Karım, ben ve Marsilya’daki baldızım. Tanrım! Bir aile nasıl da dökülüyor! Bunu düşündüğüm zaman titriyorum! Ben, şimdi elli altı yaşımda olduğuma göre o zaman on beşimdeydim. İşte, haçı suya atma yortusunu kutlayacaktık. Çok neşeli, ama çok neşeliydik! Herkes salonda akşam yemeğini beklerken ağabeyim Jacques: “Ovada on dakikadır bir köpek havlıyor,” dedi, “herhalde yolunu yitirmiş bir hayvancağız olacak.”

Ağabeyim daha sözünü bitirmeden bahçenin çanı çalındı. Sesi, insanın aklına ölüleri getiren kocaman kilise çanlarının sesine benzerdi; herkesi titretti. Babam uşağı çağırdı ve gidip bakmasını söyledi. Hep sustuk ve bekledik. Her yeri kaplayan karı düşünüyorduk. Adam döndüğü zaman hiçbir şey görmediğini bildirdi. Köpek hiç ara vermeden habire uluyor ve sesi hiç yer değiştirmiyordu.

Sofraya oturuldu. Fakat hepimizde, özellikle küçüklerde biraz heyecan vardı. Kızartmaya kadar işler yolunda gitti. Sonra çan yine çalınmaya başladı. Arka arkaya üç kez, hızlı hızlı, uzun uzun çalındı ve bizi parmaklarımızın ucuna kadar titreterek hepimize, bayağı, soluklarımızı kestirdi. Bildiklerimizden başka bir korkuya kapılmış, çatallar havada, hep dinleyerek birbirimize bakıyorduk.

Sonunda annem: “Yine gelmek için bu kadar çok beklenmesi garip,” dedi, “yalnız gitmeyin Baptiste; bu baylardan biri sizinle birlikte gelsin.” Amcam François kalktı. Bu gücüne çok güvenen ve dünyada hiçbir şeyden korkmayan bir tür Hercule’dü. Babam kendisine: “Tüfeğini al” dedi, “ne olacağı bilinmez.”

Fakat amcam bir bastondan başka bir şey almadı ve hemen uşakla birlikte çıktı.

Biz kalanlar, korku ve meraktan titreyerek yemeden ve konuşmadan bekledik. Babam bizi ferahlatmaya çalıştı, “göreceksiniz,” diyordu, “bu ya bir dilenci veya karda yolunu şaşırmış bir yolcu çıkacak. İlk çaldığı vakit kapının hemen açılmadığını görerek yolunu bulmaya çalışmış, fakat beceremeyince yine kapımıza gelmiş olacak.”

Amcamın yokluğu bize bir saat sürdü gibi geldi. Sonunda ateş püskürüp söverek döndü: “Vallahi kimse yok,” diyordu, “muzibin biri olacak! Duvarlardan yüz metre ilerde uluyan o uğursuz köpekten başka hiç kimse yok. Eğer bir tüfek almış olsaydım, susturmak için, onu öldürecektim.” Yeniden yemeye başlandı. Fakat herkes diken üstündeydi. Olayın bitmiş olmadığı, şimdi bir şey çıkacağı, neredeyse çanın yine çalınacağı duyumsanıyordu.

Gerçekten çan, tam kral pastası kesilirken çalındı. Bütün erkekler hep birden kalktılar. Şampanya içmiş olan amcam François öyle bir öfkeyle onu öldürmeye gideceğini söyledi ki annemle yengem, alıkoymak için, üzerine atıldılar. Çok sessiz ve biraz sakat olduğu halde (attan düşüp kırdığı günden
beri bacağını sürüklüyordu) babam da işi öğrenmek istediğini ve birlikte geleceğini bildirdi. Yirmi ve on sekiz yaşlarındaki ağabeylerim tüfeklerini almaya koştular. Bana hiç dikkat eden olmadığı için ben de bir bahçe tüfeği yakaladım ve gidenlere katılmaya hazırlandım.

Hemen yola çıkıldı. Babam ve amcam, fener tutan Baptiste’le birlikte önden gidiyorlardı. Onların arkasından ağabeylerim Jacques ve Paul yürüyorlardı. En arkadan da, teyzemle ve amcamın kızlarıyla birlikte evin eşiğinde kalan annemin yalvarmalarına karşın, ben geliyordum.

Kar bir saatten beri yeniden yağmaya başlamıştı. Ağaçlar hep kar yüklüydü. Çamlar, bu ağır ve uçuk giysinin altında ezilmiş, beyaz piramitlere, büyük şeker kellelerine dönmüştü. Sıkı ve küçük kuşbaşı biçiminde yağan karın esmer perdesinin arkasından daha cılız ağaççıklar, karanlıkta gayet solgun, ancak görülebiliyorlardı. Kar o kadar çok yağıyordu ki on adım ilerisini seçmek mümkün değildi. Duvara oyulmuş döner merdivenlerden inmeye başlanınca gerçekten korktum. Bana sanki arkamdan yürüyorlarmış, şimdi omuzlarımdan tutup beni götüreceklermiş gibi geldi. Eve döneyim dedim; fakat bahçeyi baştan başa geçmek gerektiği için cesaret edemedim. Ovaya bakan kapının açıldığını duydum. Sonra amcam yine sövmeye başladı: “Hay Tanrı’nın belası! Yine gitmiş! Yalnızca gölgesini görsem, alimallah uğursuzu kaçırmam.”

Önde görülen, daha doğrusu, görülmediği için duyumsanan ova korkunçtu. Yukarıda, aşağıda, karşıda, sağda, solda, her yerde sonsuz bir kar perdesinden başka bir şey görülmüyordu.

Amcam yine: “Hah, işte köpek yine uluyor,” dedi; “nasıl tüfek attığımı kendisine öğreteyim de görsün. Hiç değilse bunu becerelim.” Fakat iyi yürekli babam: “Açlıktan bağıran bu zavallı hayvanı gidip almak daha uygun olur,” dedi; “biçare yardım istemek için havlıyor; dara düşmüş insan gibi çağırıyor. Hadi o yana gidelim.”

Ve bu perdenin, bu sıkı ve sürekli yağışın, havayı ve geceyi dolduran, kımıldayan, uçuşan, düşen ve erirken insanın etini donduran, küçük beyaz kuşbaşı parçaların, her dokunuşunda derinin çabuk ve şiddetli acısıyla eti tıpkı yakar gibi donduran bu köpüğün ortasında yola çıktık. Bu soğuk ve yumuşak macunun içinde dizlerimize kadar batıyorduk. Yürümek için ayağı çok yukarı kaldırmak gerekiyordu. İlerledikçe köpeğin sesi daha durulaşıyor, daha güçleniyordu. Amcam: “Burada işte!” diye haykırdı. Geceleyin rastlanan bir düşmana karşı yapıldığı gibi gözetlemek için duruldu.

Ben bir şey görmüyordum. Onun için ötekilere yetiştim ve gördüm. Fenerin kara gerdiği uzun ışık şeridinin ta ucunda ayakta duran bu köpeğin, bu kocaman kara köpeğin, bu uzun tüylü ve kurt başlı çoban köpeğinin görünüşü korkunçtu; gerçek değil de hayal gibiydi. Köpek kıpırdamıyordu; susmuştu, bize bakıyordu.

Amcam: “Garip şey,” dedi; “ne ilerliyor, ne geriliyor. Kafasına bir kurşun yerleştirmeyi öyle istiyorum ki!”

Babam sert bir sesle: “Hayır,” dedi; “onu tutalım.”

O zaman ağabeyim Jacques: “Ama yalnız değil,” diye ekledi; yanında bir şey var.”

Gerçekten hayvanın arkasında bir şey, anlaşılması olanaksız esmer bir şey vardı. Sakınmayla yine yürünmeye başlandı.

Köpek, yaklaştığımızı görünce oturdu. Kötü bir niyeti yoktu. Daha çok, yanına insan getirebildiğinden dolayı hoşnut görünüyordu. Babam doğru ona gitti ve onu okşadı. Köpek onun ellerini yaladı. Hayvanı küçük bir arabanın, üç veya dört yün örtüyle baştan başa sarılı bir tür oyuncak arabanın tekerleğine bağlamış oldukları anlaşıldı. Bu örtüler dikkatle açıldı ve Baptiste fenerini, tekerlekli bir yuvaya benzeyen arabanın kapısına yaklaştırınca, içeride bir bebeğin uyuduğu görüldü.

Öyle şaşırmıştık ki tek sözcük söyleyemiyorduk. Önce babam kendini topladı ve büyük yürekli, biraz da coşkun ruhlu olduğu için elini arabanın körüğüne uzatarak: “Zavallı atılmış yavru!” dedi; “sen artık bizdensin!” Sonra ağabeyim Jacques’a, öne düşerek arabayı çekmesini buyurdu.

Babam yine; yüksek sesle düşünür gibi:

“Bir sevda çocuğu,” dedi; “zavallı annesi bu yortu gecesinde İsa’yı anarak kapımı çalmaya gelmiş.”

Sonra yine durdu ve gecenin ortasında dört yana bütün gücüyle dört kez:

“Onu aldık!” diye haykırdı. Arkasından elini kardeşinin omzuna koyarak mırıldandı: “Ya köpeğe ateş etseydin, François?”

Amcam yanıt vermedi. Fakat karanlıkta büyük bir haç işareti yaptı. Çünkü ileri geri davranışlarına karşın çok dindardı.

Köpek de koyverilmişti ve peşimizden geliyordu. Bizim asıl eve dönüşümüzü görmeliydi! Önce arabayı duvarların içindeki merdivenden çıkarmak için çok sıkıntı çektik. Ama iş sonunda becerildi ve araba ta sofaya kadar getirildi.

Annem bilsen ne kadar tuhaf, ne kadar hoşnut ve telaşlıydı! Hele amcamın dört küçük kızı (en küçükleri altı yaşında vardı) bir yuvanın çevresinde dört
tavuğa benziyorlardı. Hâlâ uyuyan çocuk, sonunda arabasından çıkarıldı. Bu, şöyle böyle altı haftalık bir kızdı. Kundağında on bin frank, evet, babamın çeyiz olsun diye bir yere yatırdığı on bin altın frank bulundu! Demek bu bir yoksul çocuğu değildi. Sanırım, bir küçükkentsoylu kızından doğma bir soylu çocuğuydu.. yahut da… Bin şey düşündük, fakat hiçbir şey öğrenemedik. Ama hiçbir şey… Hiç, hiçbir şey… Köpeği bile bir tanıyan çıkmadı. Hayvan yörenin yabancısıydı. Fakat ne olursa olsun, gelip kapımızı üç kez çalan erkek veya kadın, ailemi pekâlâ biliyordu. Yoksa onları böyle seçmezdi.

İşte bayan İnci altı haftalıkken Chantallerin evine bu biçimde girdi. Ona Bayan İnci denmesi de sonradandır. Önce “Marie Simonne Claire” adı verilmişti. Claire, soyadı yerine geçiyordu. Uyanıp çevresindeki adamlara ve ışıklara kararsız, mavi ve bulanık gözleriyle bakan bu çocukla yemek salonuna girişimiz gerçekten tuhaf oldu. Yine sofraya oturuldu ve pasta paylaşıldı. Ben kral oldum. Kraliçeliğe de demin sizin yaptığınız gibi Bayan İnci’yi seçtim. O gün o, kendisine gösterilen saygının farkında bile olmadı.

İşte, çocuk evlat edinildi ve aile arasında yetiştirildi. Seneler geçtikçe o da büyüdü. Nazik, uysaldı ve sözdinleyen bir çocuktu. Herkes kendisini seviyordu. Eğer annem izin verseydi çok da şımartılırdı. Annem sıra, derece gözeten bir kadındı. Küçük Claire’e kendi çocukları gibi bakmaya razı oldu, ama onunla aramızdaki ayrılığın iyice belirlenmesine ve bu durumun iyice yerleşmesine de önem verdi.

Onun için çocuk anlayacak yaşa gelir gelmez, kendisine öyküsünü anlattı ve incitmeden, hatta sevecenlikle küçüğün kafasına, Chanteller için evlat edinilmiş, benimsenmiş bir kız, ama ne de olsa yabancı bir kız olduğunu yerleştirdi.

Claire bu durumu garip bir zeka, şaşılacak bir içgüdüyle kavradı ve kendisine bırakılan yeri öyle becerikli, öyle hoş ve kibar bir biçimde tutup korumasını bildi ki, bu, babama, ağlatacak kadar dokunuyordu. Annem de bu duygulu ve cana yakın yaratığın sınırsız minnetinden ve biraz korkak özverisinden çok hoşnut oldu; ona “kızım!” demeye başladı. Küçük, iyi ve beceriklice bir şey yaptıkça annem, heyecanlı zamanlarında hep
olduğu gibi, bazen gözlüğünü alnına kaldırır ve! “Canım, bu çocuk inci, gerçek bir inci!” diye yinelerdi. Bu ad küçük Claire’e anı kaldı ve artık bizim
için o Bayan İnci oldu gitti.

Bay Chantal sustu. Bilardo masasına oturmuş, ayaklarını sallıyor, sağ eliyle, taş tahtadan sayıları silmeye yarayan ve aramızda “tebeşir bezi” denen bir
bezi buruştururken sol eliyle bir yuvarlağı oynatıyordu. Biraz kızarmış, sesi boğuk, anılarına dalmış, kafasında uyanan eski şeylerle eski olayların arasında yavaş yavaş gezinerek; tıpkı insanın aralarında büyüdüğü her ağacın, her yolun, her bitkinin, sivri sivri çoban püsküllerinin, güzel kokulu defnelerin, kırmızı ve tombul meyveleri parmak arasında ezilen porsuk ağaçlarının her adımda geçmiş yaşamımızdan küçük bir olayı, ömrün özünü, ana ipliğini oluşturan tatlı ve anlamsız olaylardan birini derinlerden yüze çıkardığı o eski aile bahçelerinde geze geze yürür gibi ilerleyerek; artık kendi kendine söyleniyordu…

Ben, sırtımı duvara vermiş, ellerimi bir işe yaramayan bilardo değneğine dayamış, karşısında duruyordum.

Bir dakika sonra yine: “Tanrım,” dedi; “on sekiz yaşındayken o ne kadar güzel, ne kadar alımlı, ne kadar kusursuzdu! Ah, güzel, güzel, güzel ve iyi, ve yürek sahibi, ve cana yakın kız! Mavi gözleri, duru saydam gözleri, benzerini hiç görmediğim gözleri vardı!” Yine sustu: “Neden evlenmedi” diye sordum. Bana değil de şu geçen “evlenmedi” sözcüğüne yanıt verdi:

– Neden mi? Neden mi? İstemedi işte, istemedi. Bununla birlikte otuz bin frank çeyizi vardı ve birçok isteklisi çıkmıştı. Fakat istemedi! O zamanlar üzüntülü gibiydi. Yani evlendiğim, altı yıldır nişanlı olduğumuz küçük Chatlotte’u, amcamın kızını, karımı aldığım zamanlar. Bay Chantal’e bakıyor ve onun ruhuna, temiz ruhların, saf ruhların, lekesiz ruhların o yalın ve acıklı dramlarından birine, kimsenin, hatta katlanıp susan kurbanlarının bile bilmediği, o içini dökmemiş, gizi açığa çıkmamış yüreklerden birine ansızın girer gibi oluyordum. Birden cüretli bir merakın zorlamasıyla:

– Onu siz alacaktınız, bay Chantal! diyiverdim. Adam titredi, bana baktı ve:
– Ben mi alacaktım? dedi. Kimi?
– Bayan İnci’yi.
– Neden?
– Amcanızın kızından çok onu sevdiğinizden!

Bana tuhaf, yuvarlak, şaşkın gözlerle baktı; sonra kekeledi:

– Ben mi sevmiştim? Nasıl? Kim söyledi sana bunu?
– Allah Allah, durum apaçık… Hatta amcanızın sizi altı yıldır bekleyen kızıyla evlenmeyi o kadar geciktirmeniz bile onun yüzünden. Sol eliyle tuttuğu bilardo yuvarlağını itti, tebeşir bezini iki eliyle alıp yüzüne kapayarak hıçkırmaya başladı. Tıpkı sıkılan bir sünger gibi hem gözleri, hem de ağzı, burnuyla çok acıklı, aynı zamanda gülünç bir biçimde ağlıyordu. Tebeşir bezinin içinde öksürüyor, tükürüyor, burnunu siliyor, gözlerini kuruluyor, aksırıyor, sonra gargara gibi bir boğaz gürültüsüyle yüzündeki bütün delikleri yine fışkırtmaya başlıyordu.

Ben şaşkın ve utanmış, savuşmaya can atıyor, ne diyeceğimi, ne yapacağımı, neye davranacağımı bilemiyordum. Birden Bayan Chantal’in sesi merdivende çınladı: “Sigaranız daha bitmedi mi?”

Kapıyı açıp seslendim: “Bitti efendim, iniyoruz.”

Sonra kocasına koştum ve dirseklerinden tutarak ona: “Bay Chantal, dostum Chantal, beni dinleyin,” dedim; “karınız sizi çağırıyor. Toparlanın, çabuk toparlanın, aşağıya inmek gerek; toparlanın.” Sonra iki üç yıldır taş tahtanın bütün sayılarını silen tebeşir beziyle dikkatli dikkatli yüzünü kurulamaya başladı; sonra yarı kırmızı, yarı beyaz, alın, burun, yanaklar, çene tebeşir içinde, gözler şiş ve hâlâ yaş dolu, başını kaldırdı.

Ellerinden tuttum ve kendisini: “Bağışlamanızı dilerim, bağışlamanızı dilerim Bay Chantal, sizi üzdüm… Fakat.. bilmiyordum.. anlıyor.. herhalde anlıyorsunuz…” diye mırıldanarak odasına götürdüm.

Elimi sıktı ve: “Evet.. evet…” dedi; “böyle çetrefil anlar olur…” Sonra yüzünü leğene soktu. Doğrulduğu vakit bana hâlâ insan arasına çıkacak gibi görünmüyordu. Fakat küçük bir hile düşündüm. Aynaya bakarak telaşlandığı için kendisine: “Gözünüze bir toz kaçtığını söylemeniz yeter,” dedim; “böylece herkesin önünde istediğiniz kadar ağlayabilirsiniz.”

O gerçekten gözlerini mendiliyle uğuşturarak indi. Merak ettiler. Herkes bir türlü bulunmayan tozu aramaya kalktı. Arada da doktor getirtmeyi gerektirmiş olan buna benzer olaylar anlatıldı.

Ben Bayan İnci’nin yanına gitmiş, meraktan, bir acıya dönüşen meraktan çatlayarak ona bakıyordum. Periler gibi hiç kapamaz göründüğü tatlı, dingin, iri iri, enli enli gözleriyle gerçekten gençliğinde çok güzel olmalıydı. Tuvaleti, yaşlı bir kıza yakışan tuvaleti biraz gülünçtü ve onu beceriksizleştirmeden sadeleştiriyordu.

Bana, nasıl demin Bay Chantal’in ruhunda gördümse, onda da bir bir uçtan bir uca o gönülsüz, o sade ve özverili yaşamı görüyordum, fark ediyorum gibi geliyordu. Ama yine zorlayıcı bir istek, ona kendisinin de onu sevmiş olup olmadığını sormak, öğrenmek isteği dudaklarıma kadar çıkıyordu. Acaba o da onun gibi o görülmeyen, bilinmeyen, sezilmeyen, fakat geceleri karanlık odanın yalnızlığı içinde kendisini açığa vuran sürekli, gizli ve keskin acıyla kıvranmış mıydı? Ona bakıyor, boynuna kadar çıkan korsasının altında yüreğinin attığını görüyor ve kendi kendime bu tatlı ve rahat yüzün her akşam yastığın ıslak derinliğinde ağlamış, kızgın yatağın sıtması içinde bu vücudun sıçramalarla sarsılarak inlemiş olup olmadığını soruyordum. İçine bakmak için bir oyuncağı kıran çocuklar gibi, yavaşça kendisine:

“Demin Bay Chantal’in nasıl ağladığını görseydiniz,” dedim; “ona acırdınız.” İrkildi:

– Nasıl? Ağladı mı?
– Ağladı ya!
– Niçin?

Çok heyecanlanmış gibiydi. Yanıt verdim:

– Sizin için.
– Benim için mi?
– Evet. Bana sizi önce ne kadar sevmiş ve siz dururken karısıyla evlenmeye ne kadar güç katlanmış olduğunu anlatıyordu.
Solgun yüzü bana biraz uzuyor gibi geldi. Hep açık duran gözleri, dingin gözleri birdenbire sanki artık hiç açılmayacakmış gibi çarçabuk kapandı. Sandalyesinden döşemeye sarktı ve tıpkı yere düşen bir atkı gibi usulca, yavaşça bayıldı.

“Koşun! koşun! Bayan İnci’ye fenalık geliyor!” diye haykırdım. Bayan Chantal’le kızları koşuştular. Su, havlu ve sirke aranırken ben şapkamı aldım ve savuştum.

Yüreğim çarpıntılı, içim üzüntü ve pişmanlık dolu, büyük adımlarla yürüdüm. Vakit vakit de hoşnutluk duyuyordum. Bana gerekli ve beğenilecek bir iş yapmışım gibi geliyordu.

Kendi kendime: “Yanlış mı yaptım? Doğru mu davrandım” diye soruyordum. Onlar bunu ruhlarında, kapalı bir yarada kurşun saklanır gibi saklıyorlardı.

Şimdi daha da mutlu olmayacaklar mıydı? İşkencelerinin yeniden başlaması için vakit çok geç, ama onu dikkatle anımsamaları için oldukça erkendi. Belki de gelecek ilkyaz bir akşam, dalların arasından çimene, ayaklarının dibine düşen bir ay ışığıyla içleri kabararak bütün bu çetin ve boğulmuş acıyı anmak üzere birbirlerinin elini tutup sıkacaklardı. Ve belki de bu kısa dokunuş, onların damarlarına o asla bilmeyecekleri ürpertinin birazını geçirecek ve onlara, bu dirilmiş ölülere, başkalarının bütün ömürleri boyunca elde edemedikleri mutluluktan daha fazlasını, sevgililere bir sarsılışta veren o sarhoşluğun, o deliliğin süreksiz, fakat Tanrılara layık tadını bir saniyenin içinde duyuverecekti!

Guy de Maupassant

Guy de Maupassant Hakkında

Henri Rene Albert Guy de Maupassant, 5 Ağustos 1850 yılında Fransa’da doğdu. 6 Temmuz 1893’te Paris’te öldü. Oldukça asil bir ailesi vardı.

Naturalizm edebiyat akımına bağlı Fransız hikaye ve roman yazarıdır.  Küçük öykü ve hikaye türünün en önemli sanatçılarından ve Fransa’nın en büyüklerindendir. Kısa süren hayatında Fransız edebiyatınin, hikaye dalında en güzel örneklerini vermiştir. Öykülerinde “olay” öğesine büyük önem vermiş, öyküye “Maupassant tarzı’nı getirmiştir.

Eserlerinde Realizmin ve Natüralizmin etkileri görülür ve her sınıftan insan mevcuttur. Bir yandan kırsal bir yaşam süren köylüyü anlatan yazar, bir yandan bürokrasi içinde bocalayan bir memura yer vermektedir. Bunun yanı sıra Maupassantın göze çarpan en önemli özelliği sade bir anlatım özelliğine sahip olmasıdır. İnsanları, toplumda var oldukları özellikler çerçevesinde elen alan Maupassant, bireyleri yaşam alanları ile vererek de Doğacılık/Natüralizm akımına uygunluğunu ifşa etmiştir. Öykü ve romanlarının yanı sıra Maupassant, tiyatro oyunları ve eleştirileriyle de önemli bir yazar profili çizmektedir.

Modern bir eğitim almasına karşın, çevresiyle iyi bir iletişim kurmakta zorIanır. Asosyal bir kişiliği olan Maupassant, günden güne psikolojik sorunlar yaşamaya başlar. Sonunda genç yaşta ölür. Flaubert’ten yakın ilgi görür. Bunda Flaubert’in hem yeğeni hem yakın dostu olmasının etkisi vardır. Zola, Daudet gibi yazarlarla tanışır. Naturalist yazarlar grubuna katılır.

Maupassant, genç yaşta ölmesine karşın üç yüz kadar hikaye, üç de roman yazmıştır. Kendi sinir krizlerini bile hikayeleştirme başarısını gösteren bir yazardır. Alışılmış, sıradan konuları, alışılmamış sıradışı bir biçimde anlatması üslubunun en belirgin özelliğidir. Üslubu sade, süssüz ve açıktır. Maupassant, olay ağırlıkIı hikayeler yazmıştır. Hatta olaya dayalı hikaye türünün niteliklerini belirlemiş, bu türün kurucusu sayılmıştır. Eserlerinde kendi hayatının sıkıntılı yönlerini, insanların bencilliklerini, eksik ve kusurlarını karamsar bir bakış açısıyla anlatır. Usta hikayeci, iki yüzün üzerinde hikaye yazmıştır.  Türk edebiyatında Ömer Seyfettin’in öykülerinde, Maupassant’ın etkilerini görmek mümkündür.

Aşırı çalışma, düzensiz yaşam ve kullandığı uyuşturucular nedeniyle 1884’ten sonra giderek yıpranan sinirleri, sağlığını ciddi biçimde tehdit etmeye başlamıştı. Sinir bozukluğu yavaş yavaş deliliğe dönüştü. 1 Ocak 1892’de Cannes’da kendini öldürmeye kalkıştı. Paris’te bir tımarhaneye kapatıldı. On sekiz ay sinir krizleri içinde çırpındıktan sonra bilincini tümüyle yitirmiş olarak öldü.

Bir cevap yazın