You are currently viewing Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi 2. Bölüm
  • Post comments:0 Yorum

Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi 2. Bölüm

Hoca’nın Ölümü

Yörük Hoca daha güneş doğmadan yola çıkmıştı. Kezban sebepsiz bir üzüntü içinde sıkılıyordu. Ahırı temizledi. Biraz çamaşır yıkadı. Sonra tahtaları sildi. İşi bitince, Kambur Hasanlara gitti. İkindiye kadar oturdu. Hasan’ın karısı onun sütanasıydı. Boş kaldığı zamanlar hep bu kadının yanına gelir, tezgâhında bez dokurdu.. Bugün tezgâha elini süremedi.

‒ N’oldu sana? Hasta mısın ki?…

‒ Yo…

‒ Niye öyle durup batırsın?

‒ Hiç.

‒ Deyiver, deyiver.

‒ Bir şey yok vallaha.

‒ Benzin solmuş.

‒ Gece uykum kaçtı da.

Sabahleyin babası ata binerken, sanki uzak, dönülmez bir gurbete gidiyormuş gibi kederlenmişti. Kasaba ona zulüm, fenalık dolu bir yer hissini verirdi. Sebepsiz duyduğu bu kederden bir türlü silkinip sıyrılamıyor, aklından gece işittiği şeyler birer birer geçiyordu. Eseoğlu’nun çirkin hayali gözünün önündeydi. İçinden, “Şimdi ihtimal babamla konuşuyor” dedi. Uzun boylu, iri, levent ihtiyarın karşısında çarpık, bodur, iğrenç herifin çürük dişleriyle sırıttığını görür gibi oluyordu. Kim bilir borcunu vermemek için ne yalanlar uyduracaktı. Hacı Durmuş’un geceki iddiasını hatırladı:

‒ O herif dünyada borcunu vermez.

Babası:

‒ Ben alırım! demişti.

Acaba muhtarın yeminle temin ettiği gibi “Nâfile başına belâ” mı alacaktı? İkindiye doğru tekrar döndü. Boş durmamak için eline çorabını aldı. Örmeye başladı. Tığları parmaklarına batıyordu. Kalktı. Ahırdaki folluklardan yumurtaları topladı. Gübre yığınlarının üstündeki tavuklar sanki yorulmuşlardı. Eşinmiyorlar, öyle duruyorlar, başlarını eğerek ona bakıyorlardı. Hava güzel olduğu hâlde, ortalıkta gizli bir hüzün vardı. Büyük kırmızı horoz başını altın tüylerinin içine çekmiş, gözlerini kapamış, ayakta uyukluyordu.

Onları kümes tarafına kışkırttı. Sonra çitin kapısına doğru yürüdü. Açtı. Eşiğe oturdu.

‒ Neredeyse gelir! diyordu.

Akşam oldu. Kırdan sürüler döndü. Ama babası gelmedi. İnekleri ahıra soktuktan sonra yine kapının eşiğine oturdu. Hava iyice karardı. Yıldızlar parladı. Korudan bir bülbül inledi. Kezban ellerinin tersiyle gözlerini ovuşturuyor.

‒ N’oldu ki? N’oldu ki? diye kıvranıyordu. Babası geceleyin hiç kasabada kalmazdı.

Ansızın yanından gölge atladı. Bu köpekti. Gözüyle hayvanı tâkip etti. Kasaba yoluna doğru koşuyordu. “Acaba bir gelen mi var?” ümidine düştü. Doğruldu. Karanlıkta ilerisi pek gözükmüyordu. Fakat köpek koşarak geri döndü. Kezban’ın eteklerini kokladıktan sonra, arka ayaklarının üstüne oturdu. Gözlerini Kezban gibi karanlıklara dikti. Sanki sahibinin gelmediğini hissetmişti. Kezban boğulacağını sanıyordu. Ağır, sökülmez bir hıçkırık göğsünden kabarıyor, boğazına tıkanıyordu. Köpek acı acı ulumaya başladı. Bu uluyuş yüreğini parçalayacakmış gibi içine aksediyordu.

‒ Hoşt! dedi, köpeği içeri kovdu. Sonra kapıyı çekti. Karşı çite doğru yürüdü. Belki artık yatsı olmuştu. Aralık bir kapıdan girdi. Evvelâ havlayan bir köpek, yanına gelince sustu. Nihâyette ışık görünen bir pencereye gitti. Burası Tosun Dayı’nın eviydi.

‒ Kim o?

‒ Benim.

‒ Ne arıyon Kezban?

‒ …..

Tosun Dayı’nın karısı Fatma Molla bir cevap alamayınca genç kıza dikkatle baktı:

‒ Söyle, ne istiyon?

‒ Hiç.

‒ Neye geldin?

‒ Babam bugün kasabaya gitti. Gelmedi.

‒ Belki bir işi çıktı. Yarın gelir. Ne merak ediyon?

‒ Hiç kalmazdı.

‒ ……

İçeriden Tosun Dayı’nın titrek, solgun, hâlsiz sesi işitildi:

‒ Yâhû, kim o?

‒ Kezban.

‒ Buraya gelsenize…

Kapıda ayakta duran yaşlı kadın kızı içeri aldı. Hasta, yerden bir karış kadar yüksek bir sedirin üzerinde uzanmış yatıyordu. Sakallı, esvaplı bir iskelet sanılacak derecede zayıflamıştı. Karanlık ağzının içindeki uzun dişleri bembeyaz görünüyordu. Gözleri, parlak birer karanlık saklayan iki derin çukurdu. Kezban ocak başındaki mindere çöktü. Fatma Molla da oturdu. Hasta nefesini topladı. Dinlene dinlene sordu:

‒ Ne… var… ki?…

Kezban:

‒ Babam kasabaya gitti, gelmedi amca…

‒ Niçin gitti?

‒ Eseoğlu’ndan alacağı vardı da… Onu istemeye…

‒ Erken mi gitmişti?

‒ Çok erken.

‒ Gelir kızım.

‒ ….

Ocağın üstündeki kandilin sarı ziyâsı, bu küçük odaya canlı bir mezar şekli veriyordu. Tosun Dayı ölmek üzereydi.

Ocağın dibindeki siyah kedi gözlerini yummuş ve sanki hayatın bu çirkinliğini ihtiyarlıkla hastalığı görmek istemiyordu. Bir süre sustular. Birden dışarıda pek yakından bir baykuş kahkahası aksetti. Kedi, gözlerini açtı. Hasta, ihtiyar kadın, genç kız bakıştılar.

Fatma Molla:

‒ Üç gecedir bu uğursuz musallat oldu. Tepemizde ötüp duruyor. dedi.

Hasta daha ziyade sarardı. Sanki işitmemiş gibi davranıyordu. Sonra yavaş yavaş koyunlardan, ekinlerden konuşmaya başladılar. Bu sene Tosun Dayı’nın üç ineği de gebeydi.

Kezban manasını duymadan cevaplar veriyor, babasının nerede kalabileceğini düşünüyordu. Yatsı ezanı okundu. Fatma Molla abdeste kalktı. Kezban:

‒ Ben de gideyim, dedi. Babam gelirse, beni beklemesin.

Kapının dışarısı simsiyahtı. Bastığı yerleri görmeyerek yürüdü. El yordamıyla çitten çıktı. Karanlığa alışan gözleri şimdi duvarları, ağaçları, sokakları fark ediyordu. Kendi kapılarının önünde bir gölge gördü. Yüreği “hop” etti. Babası mıydı? Hayır, kısa boylu bir adam.

‒ Kimdir o?  diye seslendi.

‒ Recep.

‒ Ne var?

‒ Sana baktım.

Kezban hızla kapıdaki adama yaklaştı. Bu, Nalbant

İsmail’in genç oğluydu. Beraber büyümüşlerdi. Heyecanla sordu:

‒ Beni ne yapacaksın?

‒ Şey…

‒ Ne?

‒ …..

‒ Söyle be!

‒ …..

‒ …..

Delikanlı bir şey söylemiyor, başını arkaya çeviriyor, Kezban’ı sanki görmemek istiyordu. Köpek arkadan çitin kapısını tırmalayarak havlıyordu. Kezban yüreğinin çarpıntısından düşeceğini sandı. Eliyle çite dayandı.

‒ Ülen, söyle ne var?

‒ Amcamı vurmuşlar!

‒ Babamı mı?

‒ Ha!…

‒ …..

Birdenbire nefesi tıkanır gibi oldu. Dişleri kilitlendi. Ağzını açamadı. Recep aptal aptal genç kıza bakıyordu. Kezban son bir çabayla sordu:

‒ Nerede?

‒ Eseoğlu’nun çiftliğinde.

‒ Kim haber verdi?

‒ Çobanlar! Korucular; «Gelin, cenazesini alın!» diye köye haber göndermişler.

‒ …..

Kezban olduğu yere çöktü. Başını ellerinin içine aldı. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Recep gidemiyor, genç kızın başucunda duruyordu. Ağlaya ağlaya sanki gözyaşları bitti Kezban’ın. Hıçkırıkları seyrekleşti. Recep üzerine eğiliyor:

‒ Galk kardaşım, galk, hedi bize gidelim. diyordu.

Kezban karanlığın içinde birden bire doğruldu.

‒ Ben gidiyorum! dedi.

‒ Nereye?

‒ Babamın ölüsüne.

‒ Şimdi gece. Yarın bütün köylü gidecek.

‒ Ben duramam.

‒ Ben de geleyim.

‒ İstemez…

‒ …..!

Hızlı hızlı kasabaya inen yola atıldı. Recep kapının önünde ayakta kalmıştı. Çitin içindeki köpek havlıyor, kapıyı paralayacak gibi sarsıyordu. Kezban karanlıklar içinde kayboldu.

Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ayaklarına taşlar vuruyor, etekleri çalılara takılıyordu. Belki dört saatten ziyade koşmuştu. Yorgunluk hıçkırıklarını dindirmişti. Dağların üstü morlaşıyor, yıldızlar siliniyordu. Uzakta, yolun solunda çiftliğin binaları artık görünmeye başladı. Esmer bir sis dere kenarında gölgeden bir duvar hâlinde boyuna uzanan söğütlerden, kavaklardan çıkmış bir duman gibi çatıları sarıyordu. Durmadı. Hiç dinlenmedi. Bir an önce babasına kavuşmak istiyordu.

Suyun üzerindeki dar tahta köprüyü geçti. Kalabalık horoz sesleri işitiliyordu. Dış çitleri geçince, üzerine birkaç köpek atıldı. Havlıyorlardı. Kezban çitten bir kazık çekti. Etrafında havlayan köpeklere savurarak ilerledi. Çiftliğin büyük kapısı henüz kapalıydı. Tekmeledi. Köpeklerle uğraşıyordu. Kapının üstündeki odadan çıplak bir baş uzandı.

‒ Kimdir o, mori?

‒ Gel aç.

‒ Sen kimsin?

‒ Kumdereli Yörük Hoca’nın kızıyım.

‒ Bre, bre! Amma kabadayı şey bre!

‒ Haydi, aç diyorum.

‒ Korkmaz mısın bre mori, geceleyin gelirsin burda?

‒ Aç be çabuk.

‒ Ne yapacaksın?

‒ Babamı göreceğim.

Korucu, çirkin bir baykuş kahkahası attı:

‒ O mortiyi çekti bre!

‒ …..

Kezban gülen herife dehşetle baktı. Dişlerini sıktı. Birdenbire yüreğinin çarpışı hafifledi. Sesini yumuşattı:

‒ Haydi korucu ağa. Ölüsünü göreyim bir kere.

‒ Ölünün nesini göreceksin?

‒ Yapma korucu ağa.

Herif eğleniyordu. Diyordu ki:

‒ Daha gece, sonra kâhya darılır. Sen biraz dere kenarında dolaş. Hava iyice açılınca gel.

Köpekler Kezban’ın çevresinde sıçrayıp havlıyorlardı. Genç kız büyük kapının eşiğine oturdu. Havlamaktan yorulan köpekler karşısına yattılar. Gözlerini, elindeki kazığa  diktiler. Böyle ne kadar vaktin geçtiğini anlamadı. Ortalık ağarıyordu. Ne yapacaktı? Babasını acaba neresinden vurmuşlardı? Şimdi gece gibi elemini hissedemiyordu. Sanki kalbi gerilmiş, katılaşmıştı. Ne olmuştu? Niçin babasını vurmuşlardı? Mutlaka bunu Eseoğlu yaptırmıştı. Eseoğlu…

Köyün, babasının, herkesin düşmanıydı. Yine çarpık burnu, dişlek ağzıyla gözünün önüne geldi. Yumruklarını sıktı. Dişlerini sıktı. Başını salladı. Karanlık, müphem, şekilsiz düşüncelere daldı. Dayandığı kapı büyük takırtıyla açılırken, bir kâbustan uyanıyormuş gibi silkindi. Doğruldu. Karşısında yaşlı bir Rum gördü. Bu Eseoğlu’nun hizmetçisiydi. İçeride, beyaz, küçük bir sarayı andıran çiftlik kulesinin pencerelerinde hâlâ aydınlıklar parlıyordu. Rum eğildi. Gözlerini ovuşturdu. Kezban’a dikkatle baktı.

‒ Kız ne arıyon burda? dedi.

Kezban gayet soğukkanlı cevap verdi:

‒ Babamı?

‒ Baban kim senin?

‒ Kumdereli Yörük Hoca…

‒ Hasto diyavolo! O öldü.

‒ Biliyorum.

‒ Görüp ne yapacaksın?

‒ Ölüsü nerede?

‒ Ben bilmem.

Sabah mahmurluğuyla gözlerini oğuşturuyor, Kezban’ın cepkeninden taşan memelerine, başörtüsünün altında solgun bir nur ile parlayan güzel yüzüne baktı. «Omorfo koriçe, diyavolo» diye mırıldanmaya başladı. Genç kız içeri girmemişti.

‒ Dur, uşaklar kalksın, soralım!

‒ Pekiyi…

Rum cebinden çıkardığı fakfon bir tabakadan cıgarasını sarıyor, yandaki oda kapıları açılıp kapanıyordu. Kapının üstündeki taraçada bir merdiven vardı. Parmaklıkları arasında birkaç adamın dolaştığı görülüyordu. Kapıcı çakmakla cıgarasını yaktı. Merdivenin altına ilerledi. Yukarıda gezinenlere bağırdı:

‒ Kâhya kalktı mı?

‒ Kalktı. dediler.

‒ Bir kız gelmiş. Dün vurulan Kumdereli Yörük’ün kızıymış.

Söyleyin, ne yapalım?

Taraçadaki seslerden biri sordu:

‒ Ne istiyormuş, Hıristo?

Kapıcı, genç kıza bakarak karşılık verdi:

‒ Babasının ölüsünü.

‒ Kâhyaya haber verelim.

‒ Haydi.

‒ …..

Kezban bekledi. Yukarıda kapılar açıldı, kapandı. Sonra merdivenin yarısına kadar inen genç bir köylü:

‒ Gel buraya, kâhyanın yanına gideceksin… diye Kezban’ı çağırdı.

Kezban yürüdü. Merdivenleri çıktı. Büyük, karanlıkça bir odaya girdi. Yerler siyah keçe döşeli, duvarlarda birçok tüfek asılıydı. Ocağın başında kırmızı bir velenseye yan gelmiş, çubuğunu fosurdatan iri bir Arnavut, onu baştan aşağı süzdü.

‒ Sen o herifin kızı mısın, mori?

‒ Kızıyım!

‒ Senin baban ne belâymış! Bizim başımızı azıcık daha belâya sokacaktı. Bereket versin kırk paralık kurşuna!

Kezban susuyor, hiç karşılık vermiyordu. Sonra kâhya tekrar sordu:

‒ Köye akşamdan haber gönderdik, gelip cenazeyi alsınlar diye…

‒ …..

‒ Ne susuyorsun?

‒ …..

‒ Sen nereden haber aldın?

‒ Bir adam haber verdi.

‒ İstersen al, omuzla, kendin götür. Babanın leşi kaç para eder; yüzüp de derisini satacak değiliz ya…

Kezban donmuş gibiydi. Sanki taş kesilmişti. Sanki artık kalbi çarpmıyordu. Kâhya bu iri siyah gözlerin bakışı altında rahatsız oldu. Ayakta duran uşağa:

‒ Ölü nerede? diye sordu.

‒ Ahırın yanındaki gübreliğe attık!

‒ Öyleyse bu gece sıcak sıcak iyice rahat etmiştir. Götürün bu kızı oraya. Köylüler gelinceye kadar beraber beklesinler, mori!

Kezban yine cevap vermeden dışarı çıktı. Uşağın arkasından yürüdü. Taş döşeli büyük avluyu geçtiler. Uzun, su dolu yalakların önünden geçtiler. Ahırlar ta nihayet köşedeydi. Güneşin ilk ziyaları hafif bir duman hâlinde gübrelere aksediyor, tavuk, horoz, hindi, kaz, ördek kalabalığı altında bu yığınları kaplıyordu. Yaklaştılar. Uşak arkasına döndü:

‒ Nah! dedi.

Kezban ilerledi, iki yüksek gübre yığınının arasında uyuyor gibi uzanmış olan babasını gördü. Sağ kolu, görünmez bir kametle lânet ediyor gibi, yukarı doğru uzanmıştı. Yumrukları kilitlenmişti. Sönük gözleri açıktı. Başından akan kanlar yüzünü boyamış, ak sakallarını kıpkırmızı yapmıştı. Ağzı müthiş şeyler söylemek istiyormuş gibi açıktı, kapkaranlıktı, korkunçtu. Kezban sanki bu ölüye görmeden baktı.
Ağlamadı. Heyecan göstermedi.

‒ Babamı kim vurdu? dedi.

Uşak tereddüt etti:

‒ Bilmiyom.

‒ Ne vakit vurdular?

‒ Bilmiyom.

‒ Nerede vurdular ki?

‒ Bilmiyom.

Kezban acı acı gülümsedi.

‒ İyi, dedi. Ben öğrenirim.

Uşak sanki katilmiş gibi sıkılıyordu. Döndü, arkasına bakmadan uzaklaştı. Kezban babasının ölüsüne yine dik dik baktı. Başı ucuna geçti, oturdu. Elini sürmeye çekiniyordu.

Başını ellerinin arasına aldı. Sökülmeyen bir hıçkırık boğazına tıkanıyor, nefes alamayacak gibi oluyordu. Gözyaşları sanki kurumuştu.…

Köylüler gelinceye kadar öyle durdu. Hacı Durmuş ahalinin başındaydı. Hepsinin gözleri yaşlıydı. Nalbant İsmail inledi:

‒ Kalk kızım!

Kezban derin bir uykudan uyanır gibi doğruldu. Köylüler taze ağaç dallarından yapılmış bir sedye getirmişlerdi. Hepsinin yüzünde ağır bir tevekkülün sükûtu mermerleşmişti.

Muhtar:

‒ Allah rahmet eylesin! dedi.

Kimse kımıldayamıyordu. Herkesin gözleri Kezban’daydı.

Hacı Durmuş:

− Ne duruyoruz ki?… diye sedyeyi tutan genç köylülere baktı.

‒ Allah rahmet eylesin!

‒ Katiller…

‒ Öğleye yetiştirelim.

‒ Kim vurmuş ki?

‒ Sormak lazım mı?

‒ …..

Kimin kime cevap verdiği belli olmuyordu. Hacı Durmuş eski arkadaşının ölüsünün kollarından tuttu. Ayaklarından gençler kaldırdılar. Sedyeye uzattılar. Hacı Durmuş eğildi. Ölünün alnından, ta yaranın üzerinden öptü.

‒ Öcünü kim alacak? diye bağırdı.

Herkes önüne bakıyordu.

Kezban gülümsedi.

…Hava bulutluydu. Bu sakin alay Eseoğlu’nun çiftliğinden çıktı. Kimse ağzını açamıyordu. Çiftliğin adamları ortada yoktu. Kezban, tek bir kız, arkadan geliyordu. Yolda rastgelenler:

‒ Ne oldu ki?

diye soruyorlar, cenazeyi görünce bir cevap beklemiyorlar, Fatihalarını okuyup geçiyorlardı. Öğleden evvel köye girilmişti. Bütün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar cami meydanındaki büyük çınarın etrafına toplanmış, ellerinde yağlıklar ağlıyorlardı. Yalnız Kezban ağlamıyordu. Gömmeyi ikindiye bıraktılar. Cenazeyi yıkamak için eve götürmek istiyorlardı.

İmam:

‒ Olmaz! dedi.

‒ Niçin? gibi yüzüne baktılar.

‒ Yörük Hoca şehittir! diye haykırdı. Şehit yıkanmaz. Şehidin esvabı üzerinden soyulmaz.

‒ …..

‒ …..

İkindi namazından sonra, bu şehit, mezarlığa götürüldü. Bütün köy hazırdı. Güneş, ara sıra bulutların arasından ağlar gibi görünüyor, çiseleyen yağmurun içinde uzak, belirsiz eleğimsağmalar ürpertiyordu. Hıçkırıklar sustular. Yalnız, kapanan mezarın kürek kürek atılan toprakları, boğuk, gizli bir şikâyet gibi duyuldu.

Ömer Seyfettin

Hikayenin Bölümleri

1.Bölüm İçin TIKLAYINIZ

2.Bölüm İçin TIKLAYINIZ

3.Bölüm İçin TIKLAYINIZ

hikaye öykü, masal, ömer seyfettin, ömer seyfettin hikayeleri, ömer seyfettin öyküleri, yalnız efe, 

Bir cevap yazın