You are currently viewing Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi 1. Bölüm
  • Post comments:0 Yorum

Ömer Seyfettin “YALNIZ EFE” Hikayesi 1. Bölüm
Dibaçe

Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçiyolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor; bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyordum. Kılavuzum «Kumdere» köyünün en namlı  nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ağaçlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten fânîliğin geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.

‒ Biraz dinlensek… dedim. Kılavuzum güldü. Kır çember sakallı, şen çehresi pembeleşmişti.

‒ Kesildin mi? diye sordu.

‒ Hayır.

Sırtında çiftesiyle üç günlük yiyeceğimizden başka kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söyledim.

‒ Ha biraz gayret! ‒dedi,‒ Yarın başına bir çıkalım, oradan öte «Akkovuk»‘a kadar yol iyidir.

‒ … Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar kireçli topraklar dökülüyordu. Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:

‒ İşte yarın başı! dedi.

Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım, sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:

‒ Yak bir cıgara bakalım, yorgunluk alır.

Ağır bir tavırla:

‒ Burada tütün içilmez! dedi. Sordum.

‒ Niçin? Namazgâh mı burası?

‒ Hayır!

‒ Ya ne?..

Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:

‒ Burası «Yalnız Efe»‘nin sırrolduğu yerdir! dedi.

Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzde siyah bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol, eskiden beri eşkıya uğrağıydı; bunu biliyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun koşmaları, Develi’nin, Cellâv’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.

Paketimi cebime soktum.

‒ Anlat bana baba, –dedim,– bu «Yalnız Efe» kim? Nasıl sırroldu?

İhtiyar avcı torbanın yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı, iri elâ gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine dönen derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:

‒ Anlatayım, dedi. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinledim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.

‒ Neden gözükmezdi? diye sordum.

‒ Çünkü kızdı.

‒ Kız mıydı?

‒ Evet.

Hayretim hoşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi takdis eden her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikâyesine başladı.

Bu azap, elem, ıstırap dolu bir intikam destanıydı. Belki bir saat sürdü. İhtiyar onun yaptıklarını anlatırken muhabebetten dudakları titriyordu. Ben de bu muhabbetin aksini ruhumda duydum. Yalnız Efe’nin her hareketi ahlâkî idi. Halk, yerliler, köylüler ona ulvî bir kahraman gibi tapıyorlardı. Anlatırken ihtiyar, bazen heyecana geliyor, bazen kederleniyor, unutulmamış bir matemin gölgesi yüzünü karartıyordu. Yalnız Efe’nin akıbetini anlatırken kendini tutamadı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Kalbi sanki ağzına gelmişti. Hıçkırıyordu. Boynunu bükerek, iri nasırlı elleriyle gözyaşlarını silerek söylediği sözler hâlâ kulağımda.

***

Av peşinde gezerken iki hafta, bütün uğradığımız köylerde, Yörük obalarında hep Yalnız Efe’nin menkıbelerini dinlemiştim. O vakit şairdim. Duyduğum canlı bir vecdle, kahramanın destanını yazmaya kalktım. Ama niçin bilmem, yarım bıraktım. Aradan işte yirmi beş sene, evet, yirmi beş sene geçti. Bugün tamamlamak ihtimali kalmadığını görüyorum. İhtiyarlayan hatıramda kafiye yok. Bunayan zevkimde kelimelerin ahengi, veznin esrarı yaşamıyor. Fakat gençliğimde yazdığım bir destanı, şimdi bir roman gibi tekrarlayamaz mıyım?

İşte bunu tecrübe ediyorum.

1.Bölüm

Yörük Hocayla Kızı

Kırların yorgun sükûnetini taşıyan hazin çıngırak sesleri, uzak yakın ineklerin böğürtüsü, köpeklerin havlayışı, fark olunmaz bir uğultunun içinde kayboluyor, sıcak bir bahar günü, evvela şeffaf bir sis gibi başlayan uyuşuk gecenin renksiz gölgeleri altında sanki yavaş yavaş eriyor, dumanlaşıyordu. Küçük bir sürü −dört inekle birkaç keçi, koyun – köye giren geniş yolun ta ağzında durmuştu. Alçak bir çitin önünde ineğin birisi hiddetle acı acı böğürdü. Kapı açıldı, sürü, sayı sıra tanır akıllı mahlûklar gibi teker teker içeri girdi. Biraz sonra köy içinde bir ihtiyar belirdi. Bembeyaz çember sakalı, yuvarlak kırmızı yüzünün etrafında gümüş bir hâle gibi parlıyor, abânî sarığıyla savatlı bir ahenk husule getiriyordu.

Boyu o kadar yüksek, vücudu o kadar iri idi ki… Dibinden geçtiği duvarlar, çitler, omuzları hizasına bile gelmiyordu. Ellerini kocaman al kuşağının arasına sokmuştu. Açık kapının önüne yaklaşınca:

‒ Kezban… diye seslendi. Beyaz başörtülü bir kız göründü. Parlak kara gözleri ihtiyara bakınca, yeni açan bir gülü hatırlatan yüzü
güldü:

‒ Ne var baba?

‒ Kapı neye açık ki?

‒ Köpek gelmedi daha…

‒ Gelmez uğursuz… Aşağıda derenin kenarında oynaşırlar.

‒ Neye girmiyon?

‒ Bu gece komşular bize gelecekler. Varıp Dursun Dayı’ya da bir diyeyim. O da gelsin.

‒ Dursun Dayı hastaymış. Bütün gün yatmış. Kızı bana dedi.

‒ Ben de bir bakayım. Sen yemeği hazırla. Şimdi gelirim.

‒ Pekiyi…

İhtiyar, gözleri yerlerde, karşıki çitin arkasında kayboldu. Bu, bütün köyün kendilerindenmiş gibi sevdikleri Yörük Hoca’ydı. Yirmi sene evvel «Artık ihtiyarladım!» diye buraya gelip yerleşmiş, çift ve tarla almış, evlenmişti. Yetmiş yaşını çoktan aşmıştı. Fakat hâlâ dinçti. Gençliğini evvela medresede, sonra dağlarda, muharebelerde geçirmişti. Anadolu’nun, Rumeli’nin her yerini karış karış tanırdı. Yemen’de askerlik etmişti. Dört sene evvel karısı ölmüş, kızı Kezban’la yalnız kalmıştı.

‒ Evlen! diyenlere güler, başını sallar:

‒ Evlenmek bana gerekmez. Ben artık orada güvey gireceğim!

Diyerek camiin bahçesindeki sık servili küçük mezarlığı işaret ederdi. Zengince idi. Elli sene dolaşmak onu biraz para sahibi etmişti. «Kumdere»nin eşrafından sayılırdı. Köyün fakirlerine, dullarına, öksüzlerine yardım eder, herkesin ölüsüne kendi sevabı için mevlit okurdu. Dünyada hiçbir emeli kalmamıştı. Elli senelik tecrübe onda hiç ümit bırakmamıştı. Ahvâli, halkın, hükûmetin gidişini hatırlayınca:

‒ Ah, dünyanın sonu! derdi.

Sivastopol Muharebesi’nden sonra Silistre bozgununu görmüştü. O andan itibaren Anadolu da bozulmuştu. Eşkıyalık, zulüm, hakaret, hırsızlık, açlık, yağmacılık alevsiz bir yangın gibi, bu bin senelik ana yurdunu yakıp tutuşturuyordu. Yörük Hoca bunu görüyordu. Fenalıkların önüne geçmek, bozulan cihanı düzeltmek lâzımdı. Fakat nasıl? Gece gündüz bunu düşünür, bunu konuşur, bunu tekrarlardı.

‒ Bir Mehdî çıksa! diyenlere gülerdi. Anadolu, Rumeli karmakarışıktı. Bir değil, bin Mehdî az gelirdi. Köyün ihtiyarları, onun karanlık düşünceleriyle daha beter bunalmışlar, gençleri daha beter sersemlemişlerdi.

‒ «Yörük Hoca dünyanın direğini almış!» derlerdi. Ağzından düşmeyen bir hicranı vardı:

«Ah genç olsam!..»

‒ Genç olsan, ne yapardın, Hoca? diye soranlara cevap vermez, gülümser, başını sallar, köyün her tarafından görünen ormanlı, çamlı dağlara bakarak dalıp giderdi.

***

… Akşam yemeğini ocağın başında yemişlerdi. Kezban siniyi, sofra örtüsünü kaldırdı. Yörük Hoca, boz renkte keçe kaplı sedire çıktı. Çubuğunu yaktı! Kezban ocağın ateşini düzeltti. Sol taraftaki sedirin önünde duran küçük bir iskemleyi çekti. Cezveyi testiden doldurdu. Babası:

‒ Şimdi kahve yapma, dedi, misafirlerle içerim.

‒ Peki…

Kezban, dolu cezveyi ocağın önüne bıraktı. Kalktı. Küçük odanın içinde âdeta bir dev yavrusunu andırıyordu. Babası gibi çok iriydi. Elini biraz kaldırsa, isle kararmış basık tavana dokunabilecekti. Başını eğerek kapıdan çıktı.

Yörük Hoca, içine ocağın alevleri akseden gözlerini çubuğunun dumanlarına dikti. Sağ kolunu dayadığı yastığın üstü, kapaksız bir dolaptı. Burada elli altmış kadar pembe kaplı, sarı kâğıtlı kitap vardı. Köylülere yalnız camide mevlit okumaz, bazı geceler evinde toplananlara bu kitapları da dinletirdi. Arkasındaki iki perdesiz küçük pencerenin ortasında, uzun bir saz asılıydı. Bu saz, Yörük Hoca’nın gençlik yadigârıydı. Âşık Garip’in, Âşık Kerem’in, Köroğlu’nun koşmalarını bunda çalar, Sivastopol, Ey Gaziler havalarını tekrarlarken kendisiyle beraber bunu dinleyenleri ağlatırdı.

Küçük bir idare kandiliyle aydınlanan odanın yegâne süsü, ocağın üstünde yan yana asılı iki levhaydı; birinin, sarı zemin üzerine siyah kötü bir tâlik ile yazılmış satırları, hayatta şaşırmış Türk’ün boğuk bir feryadına benziyordu:

Yay gibi eğri olsam,
Elde tutarlar beni !
Ok gibi doğru olsam,
Yabana atarlar beni !

Ötekinin sülüs satırları sanki ölmüş bir beyliğin, sönmüş hürriyetin, eski bir gururun, asil bir demokrasinin, can çekişen bir kahramanlığın hâtırasıydı:

Ne senden rükû
Ne benden kıyâm,
Selâmün aleyküm,
Aleyküm selâm.

Bir köpek havladı. Yörük Hoca çubuğunu ağzından çekti. Galiba geliyorlardı. Öksürükler, lakırdılar işitildi. Kezban avluya çıkan kapıyı açıyordu. Gelenler yedi kişiydi. Oda doldu. Sedirlere çıkmayanlar ocağın etrafına çöktüler. En ihtiyarları Hacı Durmuş, Yörük Hoca’nın yanına oturdu. Birbirlerini Sivastopol’dan tanıyorlardı. Hoca’yı yirmi sene evvel bu köyde yerleşmeye razı eden bu arkadaşıydı. Mavi gözlü, köse, kamburu çıkmış bir ihtiyardı. Bölükte ona, “Cin Durmuş” derlerdi. Bir gece Rus generalinin şapkasını, kılıcını çadırından aşırmış, bizim ordugâha getirmişti.

İki arkadaş yan yana geldiler mi, her defasında:

‒ Hey gidi günler, hey!

diye birbirlerine bakarlar, gülümserlerdi. Sanki bu, onların hususî bir selâmı idi. Yörük Hoca oradakilerin hepsine ayrı ayrı hâl ve hatır sorduktan sonra Hacı Durmuş’a döndü:

‒ Hey gidi günler, hey!…

dedi.  Öteki:

‒ Keşke görmeyeydik!

diye yüzünü buruşturdu. Kezban havaleli vücuduyla ocağın başına çömelmişti. Dörtlük cezveleri sürdü. Yörük Hoca, karşı sedirde oturan bir köylüye baktı.

‒ Ey bakalım Muhtar Mehmet, ne var ne yok!

‒ Hayırlar Hoca…

‒ Dün kasabaya gittin mi?

‒ Gittim.

‒ Oradan hayır haber gelmez!

Kumdere köyü kasabaya iki saatti. Ovaya inince birden bire büyüyen dere, kasabada hemen hemen bir nehir olurdu. Halk artık yavaş yavaş bu nehre, «Ese Suyu» demeye başlamıştı. Son on beş sene içinde faizciliğiyle zenginleşen Eseoğlu, Kumdere’nin dibinden başlayan ova tarlalarını birer birer satın almaya başlamıştı. Kasabada hükûmetin adamıydı. Gelen kaymakamları evlerinde bedava oturtur, zaptiyeleri kendi çiftliklerinde aylarca misafir ederdi. Adamlarının hepsi yabancıydı. Çobanları, uşakları, hergelecileri, Arnavutlardan, Rumlardandı. Şehirdeki meşhur Hıristo Çorbacı ortağıydı. Yazları ona misafir gelir, bütün civar köylülere ortalama yüzde iki yüz faizle borç verirlerdi.

Muhtar:

‒ Eseoğlu üç senedir borcunu veremeyen Küçükalanlıları mahkûm etmiş.  dedi.

Küçükalan, ovanın öte başında, Kumdere’den biraz büyücek bir köydü. Hoca sordu:

‒ Nasıl mahkûm etmiş?

‒ Dava şehirde olmuş. Hıristo Çorbacı, ta İstanbul’dan usta bir abukat getirtmiş! Davayı kazanmışlar. Meğer köyde Eseoğlu’na borçlu olmayan yokmuş. Şimdi Eseoğlu’yla Hıristo bütün köyün tarlalarını, çiftliklerini zapt etmişler.

‒ Eey…

‒ Eey, işte böyle.

Hacı Durmuş:

‒ Şimdi yersiz yurtsuz kalan Küçükalanlılar ne olacaklar? dedi.

Çubuğunu derin derin çeken Yörük Hoca cevap verdi:

‒ Ne olacaklar? Eseoğlu’yla Hıristo’ya esir!

‒ Nasıl olur ya.

‒ Bayağı olur işte.

Misafirlerin içinde köyün imamı da vardı. Bu az görmüş, ama çok bilmiş bir adamdı. Köyden olmadığı hâlde, Yörük Hoca gibi yerlileşmişti. Hacı Durmuş’a izah etti:

‒ Nasıl esir olacaklar? Köyün, tarlaların tapuları Eseoğlu’na geçmedi mi ya!… Geçti değil mi? İyi ya işte!… Tarlaları kim sürecek, çifti kim toplayacak? Hıristo, Yunanistan’dan Rum getirmeyecek! Eseoğlu, kendi çiftliğine bile güç ırgat buluyor.

Küçükalanlılar ikisinin hesabına eşek gibi boğaz tokluğuna çalışacaklar.

Yörük Hoca:

‒ Boğaz tokluğuna deme, aç acına… dedi. İmam, bu sözleri tekrarladı:

‒ Aç acına! Aç acına!

‒ …

Kezban kahveyi kabartmış, fincanları kotarıyordu. Ocakta devrilen bir odun birden bire alev aldı. Oradakilerin çehrelerini feci bir kırmızıya boyadı. Sanki komşu hemşehrilerinin bu manevî ölümünden duydukları matem hepsinin yüzüne aksediyordu. Sükûn ağırlaştı. Herkes önüne bakıyordu. Yörük Hoca’nın çubuğu sönmüştü. Kezban, bu yeis havasının içinde yıkılmaz bir ümit, genç, dinç, güzel bir azim timsalinin hayali gibi yavaş yavaş kalktı. Fincan tepsisini evvela Hacı Durmuş’a uzattı. Ondan sonra sırayla bütün oturanlara kahvelerini dağıttı.

Kimi cigara sarmıştı. Kimi bellerinden çıkardıkları çubukları dolduruyorlardı. Kezban babasının lülesini yaktı.

Sonra herkese ateş gezdirdi. Nihayet gitti, kapının yanındaki alçak iskemleye çöktü. Evde yalnız olduğu için, ihtiyar misafirlerin yanından ayrılmazdı. Açık perdeden giren serince bir rüzgâr, cigaraların dumanlarını ocağa doğru sürüyordu.

Çubuğunu fosurdatan Yörük Hoca:

‒ Ah genç olsaydım! dedi.

Hacı Durmuş’un solundaki gür siyah sakallı, kısa boylu, küçük gözlü bir adam −Kamçısızların Veli− Yörük Hoca’nın yüzüne bakmadan:

‒ Genç olsaydın ne yapardın hoca? diye sordu.

İhtiyar Yörük, kahvesinden büyük bir yudumu  âhla içti. Gözlerini çubuğunun dumanları içinden ayırmak istiyormuş gibi başını kaldırdı. Odanın içi pek dardı, pencereler arkasındaydı. Bakacak yer bulamadı. Gözlerini kapadı:

‒ Dağa çıkardım! dedi.

‒ Dağa çıkıp da ne yapabilirdin?

‒ Ne mi yapabilirdim? Eseoğlu gibi millet düşmanlarını gebertirdim!

Muhtarın sağındaki uzun boylu, hasta yüzlü, perişan bir köylü −Nalbant İsmail− âdeta inledi:

‒ Eseoğlu bir değil ki…

‒ Bin olsun, önce birden başlanır…

Muhtar:

‒ Yaşa hoca! diye bağırdı, sonra ilave etti:

‒ Sendeki cevher hepimizde olsa…

Hacı Durmuş:

‒ Bizde cevher olsa da para etmez… diye kafasını zayıf omuzlarının arasına çekti. Yaş yetmiş, iş bitmiş! Gün gençlere kaldı. Hâlbuki onlar da kendi havalarında… Hiçbir şeye akılları ermiyor. Her şeye eyvallah diyorlar. Anadolu âdeta bir tekke olmuş… Bizim zamanımızda kimse kimseye haksızlık edemezdi. Herkes birbirinden çekinirdi. Hele yabancılar memlekete adım atamazlardı. İş, para, çift, çubuk bizimdi. Köy değil, hatta kasabaya bile Rum, Ermeni, Yahudi madrabaz giremezdi.

Verdiği haber, koca bir köyün, sütü bozuk bir faizciyle şehirden yabancı bir Rum’un malı oluşu, hepsinin kalbine zehirli bir hançer gibi tesir etmişti. Küçükalan, ovanın en zengin köyüydü. Kasabaya alışan gençler, hep Eseoğlu’nun yanına gitmeye başlamışlardı.

Yörük Hoca, Eseoğlu’nun ne kötü bir herif olduğunu bildiği için zavallılara haber gönderdi. «Onunla alışveriş etmeyin. Sizi mahveder» dedi. Fakat sözünü dinletemedi. Beş sene içinde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar hepsi Eseoğlu’na borçlandılar. İşte bugün bütün arazilerini zapt ediyordu.

İmansız, merhametsiz, dinsiz bir faizciydi. Bu aklı İstanbul’a, İzmir’e gittikçe manifatura aldığı Rumlardan öğrenmişti. Bu gidişle bütün köyleri esir edecekti. Korkusundan, çiftliğine silahlı Arnavutlarla gidip geliyordu. Kasabada bile canını yakmadığı, yuvasının bir direğini olsun yıkmadığı adam yoktu. Daha elini Kumdere’ye atamamıştı. Kışın köyden her rast geldiğine:

‒ Ben size de iyilik etmek isterim. Kim para isterse bana gelsin! derdi.

Fakat Yörük Hoca borcun, bahusus bir faizciye edilecek borcun nasıl bir ateş olduğunu, nasıl ev, bark, köy, kent yaktığını hemşehrilerine iyice anlatmıştı. «Olmadı mı, sabır, kanaat! Oldu mu idare, ihtiyat!…» Köy bu nasihatı tuttuğu hâlde yine eziliyor, yine sefalete düşüyordu. Her yirmi yaşına giren genç, asker olunca Yemen’e gidiyor; bir daha hiç gelmiyordu.

Nüfus azalmıştı. Köyde ekseriyeti, ihtiyarlarla kadınlar teşkil ediyordu. Eseoğlu, borç verip yutamadığı için, «Kumdere» köyüne garazdı. Oraya zaptiyeleri musallat ediyordu. Her yeni gelen kaymakama:

‒ Bütün vilâyet içinde eşkıya yatağı Kumdere’dir! Devlet burasını topa tutmazsa rahat görmez! derdi.

Hâlbuki Kumdere’den şimdiye kadar ne bir adam dağa çıkmış, ne de dağdakilerden biri misafir gelmişti. Köy dik bir dağın eteğinde olduğu için ahalisi hem ovada işleriyle uğraşırlar, hem kışın dağlarda ayı, kurt, geyik avı yaparlardı.

Avcılık, onları ova köyleri gibi karanlık bir sefalete düşürmüyordu. Nihayet geçen sene Eseoğlu, onların silahlarını da hükûmete toplattırmaya muvaffak oldu. Artık ava gidemiyorlardı. Silâhsız kalan halk ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

Yörük Hoca:

‒ Sünnet bozuldu! demişti.

«Ata binmek, silah kullanmak, yüzme öğrenmek»

Peygamber’in emriydi. Silâh olmadıktan sonra nasıl kullanılırdı? Silâhsız at ne işe yarardı? Esir gibi kaldıktan sonra yüzmeye ne lüzum vardı? İnsan kendini suya atıp boğuluvermek daha hayırlıydı! Köyün en büyük elemi işte bu silahsız kalmaktı. Zaptiyelerin evleri basıp, çeyiz sandıklarına varıncaya kadar arayıp, ucu sivri bir bıçak bile bırakmadıkları gün, bütün köy, sanki ölmüş gibi susmuştu. Kambur Hasan −bu köyün en tuhaf adamıydı− hepsini teselli kabul etmez üzüntüleri içinde güldürdü. Zaptiyeler gittikten sonra köylüler cami meydanında toplanmış, düşünüyorlardı. Kambur Hasan:

‒ Hey ağalar! işte biz de, «Çınarlı»‘ya döndük. Ama bizi nereye çıkaracaklar? dedi.

Çınarlıların başına gelen felâketi hatırlayınca, hepsi gülüştüler. Bu köyün macerası, ova halkının eğlencesiydi. Çınarlı en çok efe çıkaran, sarp tabiatlı haşin bir köydü. Zaptiyeler, bir gün bunları kandırıp, en son silahlarına varıncaya kadar almışlardı. İçlerine fesat düşmüştü. Kim silahını sakladıysa gidip biri haber veriyordu. Bir gün yine bunlardan «iâne» nâmıyla bir para toplamak istiyorlardı.

Çınarlılar:

‒ Vermeyiz! dediler.

Silâhlarının toplandığını unutuyorlardı. Kaymakam kızdı. Önden bir zaptiye gönderdi.

‒ Kerataların hepsini topla! Ama hiçbirisini kaçırma. Ben gelir, onlara para vermemeyi öğretirim! dedi.

Zaptiye köye gelince martinini doldurmuş:

‒ Kim kımıldarsa, vururum! diye haykırmıştı.

Kimse kımıldayamadı. Suyun kenarında kocaman bir çınarlık vardı. Çoluk çocuk, ihtiyar, kadın halkın hepsini bu ağaçların altına getirdi.

‒ Hepiniz, şimdi şu çınarların üstüne çıkacaksınız. Beş dakikaya kadar yerde kim kalırsa öldürürüm! diye ikinci bir emir verdi.

Tüfeğini omzuna dayadı. Halkın üzerine doğrulttu. Köylü, can korkusuyla bir maymun sürüsü gibi çınarlara tırmandılar. O vakit zaptiye:

‒ Kim aşağıya inerse hemen vururum! diye tekrar bağırdı.

Derenin dibindeki gölgelere uzandı. Cigarasını yaktı. İçti. Uyuyuverdi. Köylüler görevlinin uyuduğunu gördükleri hâlde, yine mahsus yapıyor diye yere inmiyorlardı.

Bu esnada kaymakam gelmişti. Köyde tavuklardan, köpeklerden başka canlı mahlûka rast gelmeyince ürktü. «Acaba hepsi dağa mı çekildi?» diye düşündü. Gönderdiği zaptiyeyi nihayet derenin kenarında uyumuş görünce, kafasına bir tekme indirdi:

‒ Ulan hani köylüler? diye haykırdı.

‒ Burada efendim.

‒ Nerede?

Zaptiye havaya bakıyor, kaymakam bir şey anlamıyordu. Bir de gözlerini kaldırınca gördü ki, bütün köylü çınarların üstünde… Bir kahkaha attı.

‒ Aferin ulan! dedi, güzel akıl kullanmışsın!

Zaptiye:

‒ Ne yapayım efendim! Uykum vardı. Kaçmasınlar diye hepsini ağaçlara çıkardım…

Cevabını verdi. Kaymakam, parası olanın aşağı inmesini emretti. Parası olmayan, çınarların dalları içinde mahpus kalacaktı. Parası olmayanları da borç para bulup indirdiler.

İşte Çınarlar köyünün bu macerası, Anadolu’nun henüz silahı elinde kalan çocuklarını çok güldürmüştü. Zavallılar atalarının: Gülme komşuna, Gelir başına. dediğini unutmuşlardı. Eseoğlu, hükûmete fit vere vere ovadaki her köyü Çınarlar gibi silahsız bırakmıştı. Yalnız kendi korucuları, kolcuları, çobanları, mandıracıları, hergelecileri silahlıydı. Bu adamları da hep Arnavutluk’tan, Yanya’dan filan getirtiyordu. Hizmetinde hiç yerli kullanmazdı. Bir nevi müsellâh derebeylik kurmuştu. Civarda korkutmadığı, ürkütmediği insan kalmamıştı. Vurduruyor, öldürüyor, kendisine karşı gelebilecek hiçbir kuvvet bırakmıyordu. «Eşkıya, yataklık, filan» tezviriyle hükûmeti kendine uydurmuştu. Civarın en güzel kızlarını cebren nikâhına alıyor, bir hafta sonra boşayıveriyordu. Yaptığı fenalıklar hadden aştığı için son günlerde kasabadan dışarı çıkamaz olmuştu. Hep bir eşkıya hücumundan korkardı. Muhtar tekrar bir cıgara tellendirerek onun korkularını anlatmaya başladı.

Nalbant İsmail:

‒ Pekâlâ! korkuyor emme, gene fenalık etmeden vazgeçmiyor. dedi.

‒ Elinde değil.

‒ Eli kopsun…

Muhtar, Yörük Hoca’ya döndü.

‒ Ha! Azıcık daha unutacaktım, dedi. Eseoğlu dermiş ki: «Yörük Hoca ölsün, Kumdere’yi de ele geçireceğim!»

‒ Kime demiş ki?

‒ Herkese…

‒ Ecel yaşa bakmaz oğul! Sayısı, sırası yoktur. Ben öleceğim de, o dünyaya kazık mı dikecek! Hem o daha bizim köye elini uzatacağına bana borcunu versin! Odadakilerin hepsi Yörük Hoca’nın gözlerine baktı.

Muhtar da şaşmıştı.

‒ Sana borcu mu var?

‒ Var ya…

‒ Ne kadar?

‒ Yüz elli lira kadar.

‒ Ne vakit almıştı?

‒ Üç sene oluyor. Bir cuma günü kasabadaydım. Harmanı yeni satmıştık. Köylülerden alacaklarımı da almıştım. Bu herif bana rastgeldi: «Aman hoca, şu dakika çok sıkıştım. Bana üzerindeki paraları ver!…» dedi.

‒ Eey, sen de verdin mi?

‒ Verdim.

‒ Senet filan almadın mı?

‒ Almadım.

Kamçısızların Veli güldü:

‒ Öyleyse, artık ahrette alırsın.

‒ Hayır, dünyada alırım.

Hacı Durmuş da başını salladı:

‒ O herif dünyada borcunu vermez…

dedi.

‒ Ben alırım.

‒ Görürüz.

‒ Hem yarın…

Muhtar yemin etti:

‒ Hoca inat etme, vallahi vermez.

‒ Ben alırım.

‒ Nafile başına belâ alacaksın!

Kapının yanında duran Kezban hiç lafa karışmıyor, yalnız  dinliyordu. O da babasının Eseoğlu’ndan alacağı olduğunu yeni işitmişti. Bu herifi üç sene evvel, bir gün pazarda görmüştü. Sarı, esmer, çirkin suratı, çarpık burnu, dişlek ağzı gözünün önüne geldi. Meçhul bir nefretle titredi.

Şimdi köylüler av hikâyelerine başlamışlardı. Henüz köyde iki gizli martin vardı. Kışın onunla, nöbetleşe ayı avına gidiyorlardı. Ama postu kasabaya götüremiyorlar, daha yukarıdaki köylere satıyorlardı. Eğer kasabada ayı postu görseler, «Ne ile vurdunuz?» diye hemen zaptiye mülâzımı insanı yakalıyordu.

Laf Tosun Dayı’nın hastalığına intikal etti,

‒ İnce dert! diyorlardı.

Beş yetişmiş oğlunun hepsi Yemen’e gitmiş, hiç biri geri gelmemişti. Bu ihtiyar, gelmemiş oğullarını düşüne düşüne eridi. Sapsarı oldu. Bir deri bir kemik kaldı. Şimdi ölüyordu. Bütün çifti, çubuğu kimsesiz bir ihtiyar kadıncağıza kalacaktı. Oradan lafı Moskoflara intikal ettirdiler. Köyde her toplanmanın sonu Moskof hikâyesiyle biterdi. Yine her vakit ki gibi Hacı Durmuş, Yörük Hoca birer vaka anlattılar.

Bu, bitmez tükenmez bir romandı. Elle tutulan patlamamış gülleler! Gece hücumları! «Allah Allah!» sesini duyunca Rus ordularının silahlarını atıp kaçışı! Kurşun vurmaz kumandanlar! Yeşil sarıklı hayal ordularının yol açması! Yörük Hoca anlattıkça, dinleyenler heyecana geliyorlardı. Bu sefer anlattığı, vücudu yarı beline kadar donmuş bir nöbetçinin macerâsıydı. Kendini değiştirmeye gelen arkadaşını görünce, şehadet getirmeye başlamış, yürüyememiş, hemen oracıkta ölmüştü. Köylülerden biri:

‒ Ah, şu Moskofla bir kere daha karşı karşıya gelsek! dedi. Yörük Hoca güldü.

‒ Oğul! Şimdi Moskof içimizde!

Hacı Durmuş tasdik etti:

‒ Moskof içimizde! Her gün ölüyoruz. Küme küme ölüyoruz işte!

Sonra Anadolu’nun çektiği ıstırabı anlatmaya başladı.

Halk daha içerilerde ot yiyor, çuval giyiyordu. Mısır koçanından yapılma ekmeği bile ömründe görmeyen Türkler vardı. Kaç yıl vardı ki hayvanlar gibi ormanlarda, kırlarda kökleri topluyorlar, ince toprak killeri un gibi midelerine indiriyorlardı.

Yörük Hoca:

‒ Bu gidişle bizim de olacağımız o… dedi. Ver, ver, ver!

Elde yok, avuçta yok! Sonumuz n’olacak?

Açlığın, çıplaklığın heyulası ta içerlerden gölgesini bu münbit ovalara bile uzatıyordu. Konuşurlarken, hepsinin yüzünde bu günün karartısı belli oluyordu. Hacı Durmuş, içerlerinin haraplığını, perişanlığını anlattıkça hep bir nakarat gibi:

‒ Bu bizim, «her şeye» eyvallah deyip, boyun eğmemizdendir! sözünü tekrarlıyordu.

O ihtiyardı. Zaten birkaç günlük ömrü kalmıştı. Fakat eli ayağı tutanlar, hiçbir haksızlığa razı olmamalıydı. «Ah!, diyordu, her memlekette bir adam çıksa…

Ne rüşvet kalır, ne zulüm kalır, ne nefes kalır! Bir kişi… bir
kişi…»

Yörük Hoca da onun fikrindeydi.

İçlerinden biri dedi ki: «Yemen, Arabistan kasaphanesi durdukça köylerimizde genç kalmıyor!» Bu pek doğruydu.

Hepsi gözlerini yerlere indirdiler. Köyde en aşağı iki dinç evladını Yemen çöllerinde kaybetmemiş aile yoktu! Sanki durmak, dinlenmek Türkün nasibi değildi. Bir muharebe biterken biri çıkıyordu. Ha Mora, ha Sivastopol, ha Sırp, ha Karadağ, ha Moskof… Sonra bunlar yetmiyormuş gibi bir de Arabistan! Bu kadar fedakârlıklara karşı ya görülen zulüm!

Çektiklerini hatırlayan köylülerin benizleri soluyordu.

Geç vakit gitmeye kalktılar. Bu gece hep acı şeyler konuşmuşlardı. Çam Hüseyin, tavana varan uzun boyuyla kapıdan çıkarken:

‒ Keşke Hoca, bize biraz kitap okuyuvereydin! Konuştuk, zehirlendik! dedi.

Gündüz gibi bir mehtap avluyu aydınlatıyordu. Kezban, Yörük Hoca, dış çite kadar misafirleri teşyi ettiler. Dönerlerken Kezban ahıra uğramak için ayrıldı.

Babası:

‒ Yarın kasabaya gideceğim! Atı erken hazırla! dedi.

‒ Niye gideceksin?

‒ Şu Eseoğlu’ndan benim parayı istemeye!

‒ Pekâlâ…

İhtiyar durdu, iri, güzel kızının gidişine baktı. Gayrı ihtiyârî:

‒ Ah, şu bir erkek olsaydı!

diye içini çekti. Kezban döndü:

‒ Bir şey mi dedin ki baba?

‒ Yok, bir şey demedim.

‒ …..

Fakat Kezban, onun dediğini, onun niçin ah ettiğini duymuştu. Evet, erkek olsaydı, erkek olsaydı…

Gözünün önüne çamlı dağlar, karlı yollar, hainlerin, hırsızların, namussuzların, zalimlerin murdar çamurlara, kanlara bulanmış ölüleri geldi! Ah erkek olsaydı… Fakat, işte kızdı! Erkek olmanın çaresi yoktu. Düşüne düşüne ahıra girdi. Atın önüne ot koydu.

Eşek köşeye tıkılmıştı. Onu çekti çıkardı. Sonra eve girdi.

Babası odasına çekilmiş, yatmıştı. O yatağını serdiği sedirin kenarına oturdu. Gözlerini, ayın mavi ışığıyla etrafı gümüşlenen yüksek, çamlı dağlara dikti. Gece işittikleri birer birer zihninden geçiyordu. Kulakları çınlamaya başladı. Bülbüllerin sesini duymuyordu.

‒ Ah, erkek olsaydım! dedi.

Yatağına soyunmadan yüzükoyun uzandı. Sabaha kadar uyuyamadı.

Ömer Seyfettin

Hikayenin Bölümleri

1.Bölüm İçin TIKLAYINIZ

2.Bölüm İçin TIKLAYINIZ

3.Bölüm İçin TIKLAYINIZ

hikaye öykü, masal, ömer seyfettin, ömer seyfettin hikayeleri, ömer seyfettin öyküleri, yalnız efe, 

Bir cevap yazın