You are currently viewing Bir Şişe Serum (Harp Hatıraları)
  • Post comments:0 Yorum

Bir Şişe Serum (Harp Hatıraları)

İhtiyar doktor beyaz uzun gömleğini ilikleyerek doğruldu, sigarasını söndürdü. Loş çadırın kat kat perdeli kapısını kaldırdı. Çukura batmış uzun kirpikli gözleriyle etrafına bakındı. Dışarıda kolları kırmızı beyaz işaretli askerlerin taşıdığı boş sedyeler süratle uzaklaşıyor, üzerlerinde kırmızı aylı beyaz bayrakların sallandığı geniş çadırların önünde öteye beriye gidip gelen doktorlar dolaşıyor, derinden top sesleri aksediyordu. Daha harp bitmemişti. ilerleyen fırkanın geride bıraktığı yaralıları toplamak için henüz yeni vesait yollanıyordu… Elinde sımsıkı tutmakta olduğu perdenin kıvrımlarını bıraktı, köşeye çekildi… Kaşlarını çattı, yüzünde müziç bir sıkıntının derin çizgileri gözüküyordu. Yanı başındaki portatif bir iskemleye oturdu, kır düşmüş uzun saçlarını uzun parmaklı ve damarlı elleriyle kavradı ve bulanmış gözlerini karşıda masanın üstünde sarı dişleri, karanlık gözleriyle sırıtan bir ölü kafasına dikti, düşünmeye başladı: Daha yaralılar gelmemişti. Bugünkü intizar çok sürmüştü. İçinde müthiş bir şüphe kendini yiyip bitiriyordu. Ya bugün oğlu da yaralanmışsa … Ya … Ya … O hiç gelmezse … Bütün ümidi, bütün tesellisi olan oğlu, bir tek oğlu ölmüşse… . Oğlu için yaşayan bu biçare ya ne yapardı?.. O da ölürdü, o da … Gözleri büsbütün büyüdü, saçları dikildi, yüzü sarardı. Şimdi oğlunu kanlı göğsü, kapalı gözleri, mor dudaklarıyla görür gibi oluyordu. Doğruldu, ellerini ileriye doğru, o hayali, o kanlı hayali itmek ister gibi uzattı… Sonra titreyen kolları yana düştü.

– Of!.. Bugün içimde öldürücü bir şüphe var, diye mırıldandı … Kalktı, hızlı adımlarla çadırın içinde dolaşmaya başladı… Ona oğlunun yaralandığını veya öldüğünü kim söylemişti?.. Hiç kimse… Fakat bir ses, ta içinden gelen bir ses ona, başına muhakkak bir felaket geleceğini haykırıyordu… O, bu sesi, bu melun sesi boğmak ister gibi göğsünü tutuyor, sıkıyor, fakat muvaffak olamıyor ve yine kendi boğuluyordu. Bir aralık dışarıda gürültüler çoğaldı…

Yaralılar getiriliyordu… Kapıya doğru ilerlemek istedi, fakat müteredditti… Ya onu da şimdi bir sedyenin üstünde sarı yüzüyle görecek olursa?.. Fakat vazife onu davet ediyordu, çıkmalıydı… Çıktı… Birçok sedyeler gidip geliyor, beyaz uzun gömlekli doktorlar öteye beriye koşuyorlardı… Ameliyat çadırına doğru ilerledi… İçeri girdi ve oradakilere boğuk bir sesle:

– Ne haber? dedi. Ağır yaralılarımız var mı? Arkadaşlarından biri cevap verdi:

– Pek ağır yaralımız yok. Yalnız miralayın sağ bacağını bir gülle misketi fena halde hırpalamış, büyük bir yara açmış. Bu esnada hücuma kalkan fırka da ilerleyince, uzun bir müddet bakılamamış… Yarası çok pis, herhalde bir serum yapmak lazım…

– Ya? .. Allah bize acımış, çünkü bilirsiniz, bizim fırkamızın hayatı miralayımızın hayatıyla beraberdir. Hemen bir serum yapıp tetanos tehlikesini atlatmalıyız. Kendisi nerede?

– Pansumanda ! Pansuman çadırına gitmek üzere dışarı çıkıyordu ki birdenbire kapıda durdu, sarardı, bir defa sarsıldı, sonra “Oğlum! Oğlum!” diyerek kapıdan girmekte olan bir sedyenin üstüne atıldı. Arkadaşları onu tuttular… Mecruh çok ağır gözüküyordu. Göğsünde derin bir yarası vardı. Ameliyat masasının beyaz muşambası üzerine yatırdılar. Biçare baba sarı rengi, mor dudakları, korkunç gözleriyle bir köşede ellerini birbirine sürterek bunu seyrediyordu… Yaralı yatırıldı. Yarası açıldığı zaman ihtiyar doktor birdenbire masaya koştu… Hırıltılı bir sesle:

– Berbat, pis bir yara! diye söylendi… Kendi eliyle yarayı muayene etti. Çok derin değildi, tehlike yoktu… Geniş bir nefes aldı… Gözlerinin içi gülüyordu… Şimdi yalnız bir tehlike vardı, tetanos tehlikesi… Bu da izale edilebilirdi. Elde serum olduktan sonra… Hemen arkasına döndü ve eczacıya:

– Aman, beyim, dedi, iki serum. Çabuk yetiştirin. Biri oğlum, öbürü miralay için iki şişe… Ak sakallı, gözlüklü bir adam olan muhatabı yavaşça:

-Unutuyor musunuz, beyim, dedi. Geçen tayyare taarruzunda bombalarla yanan ecza depoları meyanında serumlar da mahvolmuştu.. Fakat yalnız bir tane kurtarıldı zannediyorum… Size bunu söylemiştik. İstanbul’a yazdık, daha..  O artık fazla tafsilat dinlemiyordu. Yalnız serum un bir tane olduğunu hatırlıyordu… Artık bütün ümidi mahvolmuştu, oğlu ölüme mahkum demekti… Seruma muhtaç iki yaralı vardı. Buna mukabil bir tek şişe… Birisi mülazım, diğeri miralay… Biri alay kumandanı, diğeri küçük zabit! Biri sade kendi oğlu, diğeri bütün bir alayın babası… Vazife hissi ve baba şefkati çarpıştı… Hem de zaten, miralay dururken, “Serumu oğluma yapın,” dese sözünün hükmü olacak mıydı? Arkadaşları donmuş gibi bu mücadelenin kanlı izlerini onun gözlerinden takip ettiler… O, yerden doğruldu, gözlerini masada yatan oğluna çevirdi, durdu, dakikalarca durdu… Sonra birden titrek, meyus, fakat azimkar bir sesle:

– Serumu miralaya tatbik ediniz, emrini verdi ve oğlunun  üstüne yığıldı …
On gün hiç oğlundan ayrılmadı… Onun tetanosun yakıcı pençesinde ne büyük ıstırapla da kıvrandığını boş gözlerle seyretti ve o son bir gerinişle katıldığı zaman ilerledi. Bir kere sarstı, bir daha, bir daha! Sonra gözleri büyüdü, saçları dikildi, ağzı çarpıldı, acı bir kahkaha salıvererek oğlunu, oğlunun donmuş, katılaşmış cesedini kucağına alarak çıktı. Ne yapacağını bilmez serseri bir revişle, uzaklarda yeşil zirveleri dalgalanan dûrâdûr dağlara doğru uzaklaştı.

O geceden sonra ne doktoru, ne de oğlunu bir daha göremediler. (Mart 1334, M.N. / Alemdar gazetesi, 27 Kânunisani 1336/1920)

Nazım Hikmet

Nazım Hikmet Hakında Bilgi

Türk şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı olan Nazım Hikmet, kusurları ve güzellikleriyle baştan aşağı hayatı seven ve ‘’yaşamak güzel şey be kardeşim’’ diyen yazarımızdır.

(15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963), “Romantik komünist” ve “romantik devrimci” olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.

Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.

Nâzım şairlikle 11 yaşında, 1913 senesinde tanışır.  İlk şiiri, ‘’Feryad-ı Vatan’’ dır. Asım Bezirci, Nâzım’ı anlattığı kitabında şöyle söylüyor: ‘’Defterindeki ilk şiiri 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913) tarihini taşır. ‘Feryâd-ı Vatan’ başlıklı bu şiiri Nâzım Hikmet on bir yaşında iken yazmıştır. Balkan Savaşı’nda Osmanlıların yenik düşmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar gelmesi üzerine kaleme alınan şiirde şairin bundan duyduğu derin üzüntü ile çok sevdiği yurdunu kurtarma istek ve umudu yansıtılmaktadır. Fakat, kendisinin açıklamasına göre, ilk yazdığı şiir ‘Yangın’dır. Bu şiiri, evlerinin karşısındaki bir binada çıkan yangın üzerine 6 Kânûn-ı evvel 1330 (19 Aralık 1914) tarihinde kaleme almıştır.  1920 senesinde ‘’Alemdar’’ gazetesinin açtığı bir yarışmaya katılır ve seçici kurulda önemli isimlerin olduğu bu yarışmayı birincilikle kazanır. Faruk Nafiz, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon şairden övgüyle söz eder. Nâzım fevkalade üretken bir şair olarak serbest ölçüyü sürdürür, ayrıca sosyal gerçeklikleri ele alarak muhtevada da dikkat çekici bir şiir inşa eder. Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932) basıldıktan sonra Darülbedayi’de (İstanbul Şehir Tiyatrosu) de sahnelenir. Gece Gelen Telgraf adlı şiir kitabının da 1933’te yayımlanmasıyla hapse girer.

Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı.

Mezarı Moskova’da bulunmaktadır.

Bir cevap yazın