You are currently viewing Evimin Hikayeleri I. Bölüm
  • Post comments:0 Yorum

Evimin Hikayeleri I. Bölüm

Duydum Zannettiklerim

Güzide Halama

Günün son ışığı sönen bir rüya gibi pencerelerden içeri süzüldü, hazin bir boşluk köşelere doğru koyulaşarak odaya yayıldı. Ortada yanan gaz sobasının tavana çizdiği nakışlar daha ziyade parlarken ağır ağır umku olmayan bir siyah göl gibi gece etrafı kapladı… Şimdi ben karanlık içindeyim … Yalnızım … Bu gece bu koskoca evde benden başka kimseler yok. Açık kalan kapıdan karşı ki odanın içi bir kuyu gibi derinleşiyor. Aşağıda, kapılar indirilmemiş bir pencereden giren rüzgarla gıcırdarken bilinmez bir hisle korkuyorum… Kımıldanmak, gazı yakmak istedim, fakat muvaffak olamadım … Bütün asabıma bir rehavet çöktü, gözlerim kapandı …

Şimdi derin bir aks-i seda gibi uzayan bir ses odaya yayılıyor ve hazin bir ahenkle kulaklarımda çınlıyor:

– Beni tanımadın mı? .. Benim sesime aşina çıkmadın mı?..
Dört yıldır içinde hiç mazisini düşünmeye ihtiyaç görmeden oturduğun evim ben … Sana söyleyecek çok şeylerim var … Dertlerimi dökmek istiyorum … Gördüklerimi küçük bir canlı tarih olan ruhumdan sızdırarak anlatmak istiyorum…

Elli yıllık ömrümde ta ilk temelimin atılmasından beri öyle vakalara şahit oldum, odalarım öyle maceralar geçirdi ki bunları anlatmadan çökmek istemiyorum…

Dinle, sana ilk acı hikayemi, şimdi bulunduğun şu odada neticelenen bir elemi anlatayım:

Bir karı, bir kocaydılar. Bilmem, benim gibi koskoca bir evi neden tutmuştular? Yalnız yaşıyorlardı… Oldukça zengindiler. Öyle sevişiyorlardı ki bir gün birbirinden ayrıldıklarını hatırlayamıyorum, bir gün birbirlerini gücendirdiklerini görmedim… En çok sevdikleri odam şimdi bulunduğun yerdi. Akşamları hep burada pencerenin kenarında elleri birbirinin elinde, sönen günü,yavaş yavaş parlayan yıldızları seyrederlerdi. Erkek çok neşeliydi. Yalnız bazen genç kadın kocasına bakarken göğsünü şişirir ve gözlerinden iki üç damla yaş gelirdi. Bunun sebebini bir türlü anlayamıyordum. Geceleri Leyla -bu kadının ismiydi- ekseriya öksürür ve kocasını uyandırmamak ister gibi ağzını eliyle tıkardı …

Bilsen o ne içli bir kadındı. İri siyah gözleri, solgun benzi, ince dudaklarıyla bir hayal gibi odalarımda gezindikçe o kadar memnun olurdum ki onu üstümde taşımaktan, küçücük ayaklarının temasını hissetmekten büyük bir zevk duyardım…

Bir gün hiç unutmam, kocasının mühim bir iş için dışarı çıktığı bir gün arkasından uzun uzun bakmış, sonra döşemelerime kapanarak birdenbire ağlamaya başlamıştı. Bu sık sık, hep kocasından gizli dökülen gözyaşlarının sebebini hiç anlayamıyordum ve onu böyle müteessir gördükçe buna bir sebep arayıp bulamıyordum…. Kocası onu nihayetsiz bir duyguyla seviyordu. Her şeyi tamamdı. Daha ne istiyordu? Bu sırrı anlamak için bütün dikkatlerimi sarf ettim. Onun en hususi dakikalarına, en yalnız saatlerine kulak verdim. Ve nihayet bir akşam öğrendim … Evet öğrendim! O hastaydı, hem de en yenilmez bir hastalıkla … Bunu kocasından gizli, çabucak mendiline tükürdüğü bir kan lekesi bana anlatmıştı…
O ölümünden korkuyor ve kocasından ayrılıp yalnız kalmak korkusuyla hiçbir şey söylemiyordu. Ona kuvvetli, dinç gözükmek için zavallı kadın neler yapmazdı!.. Fakat ne çare günden güne solmaya, günden güne erimeye başladı. Ve soldukça, eridikçe huysuzlanmaya, yanından bir dakika ayrılmayan kocasını sebepsiz, belki de onsuz ölmek- hissinin verdiği bir elemle kıskanmaya başladı… Nihayet doktor getirdiler ve Celal’in -bu erkeğin ismiydi- sofada hıçkıra hıçkıra ağlamasından hastanın ağır, pek ağır olduğunu anladım… Yatağı bu odaya getirdiler. Doktorların men etmesine rağmen kocası onu sabahlara kadar bekliyor ve o her . öksürdükçe zavallı gencin rengi biraz daha soluyor, biraz daha sararıyordu … Ya Leyla, bilsen ona ne kadar acıyordum. Onu böyle yataklarda gördükçe ta temelimden sarsılmak, yıkılmak, duymamak istiyordum…

Bir gece, dışarda yıldızlı bir göğün ufukları kapladığı bir gece Leyla fazla ağırlaşmıştı. Yine Celal başucunda bekliyordu. Saatler geçiyor, Leyla’nın hummalı nefesleri odayı dolduruyordu. Yavaş yavaş kocası uykusuzluğa dayanamayarak biraz daldı… Şimdi yalnız saatin muttarit gürültüleri odayı dolduruyor, kısılmış lambadan süzülen bir ışık zavallı kadını büsbütün sarı, rengi solmuş bir demet karanfil gibi gösteriyordu. Nihayet Celal’in de nefesleri Leyla’nın kine karıştı ve orada uyumaya başladı. Aradan bir saat geçti. Tam bir uzun saat. Birden büsbütün kısılan lambanın ışıkları altında beyaz bir hayal yukarı doğru kalktı. Şimdi Leyla doğruluyordu… Siyah gözleri sarı teni üzerinde büsbütün koyulaşmıştı ve o nazarlarda bir delinin bakışları vardı…

Kocasına baktı… Baktı, sonra yavaş yavaş uzun parmaklı ellerini açtı, onun, Celal’in üstüne atıldı ve bir demir kilit gibi boğazına sarıldı… Ötekinin gözleri birdenbire açıldı, yerinden fırlayarak tekrar kapandı. Leyla hiç kıpırdamadı ve ihtizar anında gelen bir ihtilacla elleri büsbütün büküldü, sıkıldı, ağzından bir damla kan Celal’in alnına yayıldı ve düştü… Ben korkudan büsbütün karanlıklara gömüldüm… Lamba da söndü …

Nazım Hikmet (1335 Kadıköy, M.N. – Alemdar gazetesi, 3 Şubat 1336 – 1 920)

Nazım Hikmet Hakında Bilgi

Türk şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı olan Nazım Hikmet, kusurları ve güzellikleriyle baştan aşağı hayatı seven ve ‘’yaşamak güzel şey be kardeşim’’ diyen yazarımızdır.

(15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963), “Romantik komünist” ve “romantik devrimci” olarak tanımlanır. Siyasi düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.

Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır. Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en gözde şairleri arasında gösterilmektedir.

Nâzım şairlikle 11 yaşında, 1913 senesinde tanışır.  İlk şiiri, ‘’Feryad-ı Vatan’’ dır. Asım Bezirci, Nâzım’ı anlattığı kitabında şöyle söylüyor: ‘’Defterindeki ilk şiiri 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913) tarihini taşır. ‘Feryâd-ı Vatan’ başlıklı bu şiiri Nâzım Hikmet on bir yaşında iken yazmıştır. Balkan Savaşı’nda Osmanlıların yenik düşmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar gelmesi üzerine kaleme alınan şiirde şairin bundan duyduğu derin üzüntü ile çok sevdiği yurdunu kurtarma istek ve umudu yansıtılmaktadır. Fakat, kendisinin açıklamasına göre, ilk yazdığı şiir ‘Yangın’dır. Bu şiiri, evlerinin karşısındaki bir binada çıkan yangın üzerine 6 Kânûn-ı evvel 1330 (19 Aralık 1914) tarihinde kaleme almıştır.  1920 senesinde ‘’Alemdar’’ gazetesinin açtığı bir yarışmaya katılır ve seçici kurulda önemli isimlerin olduğu bu yarışmayı birincilikle kazanır. Faruk Nafiz, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon şairden övgüyle söz eder. Nâzım fevkalade üretken bir şair olarak serbest ölçüyü sürdürür, ayrıca sosyal gerçeklikleri ele alarak muhtevada da dikkat çekici bir şiir inşa eder. Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932) basıldıktan sonra Darülbedayi’de (İstanbul Şehir Tiyatrosu) de sahnelenir. Gece Gelen Telgraf adlı şiir kitabının da 1933’te yayımlanmasıyla hapse girer.

Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nazım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı.

Mezarı Moskova’da bulunmaktadır.

Bir cevap yazın