You are currently viewing Sait Faik Hikayelerinden; Karanfiller ve Domates Suyu
  • Post comments:0 Yorum

Sait Faik Hikayelerinden; Karanfiller ve Domates Suyu

Hikaye Okuma: “Kişi azmi ve umudu sayesinde çok zor görünen işlerin aslında zor olmadığını anlar ve kolaylıkla başarıya ulaşıp her zorluğa göğüs gerebilir. Böylelikle zorluklarla mücadele etmesini öğrenir. “

Sait Faik Kör Mustafa’nın doğa ile olan mücadelesini bize gerçekçi ve samimi bir üslupla aktarırken azim, gayret ve mücadelenin sonucunda başarıya giden yolu göstermiştir…  Okumadan geçmeyiniz.

Hikaye oku: Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden bulutlu deniz..

İşte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. Kitaplar, bir zaman bana insanları sevmek gerektiğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmişlerdi. Hayır, şimdi insanları kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. Şiirler, romanlar, hikayeler, masallar bana bunu öğretmişlerdi. Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmeyi, sabahleyin altı buçukta doğayla kavga için sokağa fırlamayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim. Ama şu sabahleyin altı buçukta doğayla kavga için sokağa fırlamayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. Kaç para eder. Gözümde, milyonu da olsa kalp parayla metelik etmez.

Şimdi artık kimi sevdiğimi, kime sevgi duyduğumu biliyorum. Günlerden beri kafamı bir adam kaplıyor. Köyde ona Kör Mustafa derlerdi. Bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. Sağ tarafının beyazlığıyla göz kapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu. Böyle mi doğmuştur.. Yoksa çocukken mi bir şey batmıştır.. Bu sakat göz öteki gözden daha parlaktır. Daha siyah, daha canlı, daha zekidir. Bana bir kamburu anımsatıyor bu göz. Tuhaf değil mi.. Bir kambur insan çirkindir ama bütün kamburlar iyi yürekli, sevimli insanlardır. Arkadaş canlısıdırlar, şendirler. Ne severim kamburları.

İşte Kör Mustafa’nın bu gözü de bir kambur insanın ruhsal durumunu içine sindirmiş şıkır şıkır, pırıl pırıl, sevimli, çapkın, canlı bir gözdür. Öteki doğru dürüst göz, onun yanında çekingen, sönük, tatsız tuzsuzdur. Pek de kibirlidir.

Kör Mustafa bahçelerde çalışır. Gündeliğe gider. Sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar.

Bizim köyün lodos tarafında oturulmaz. Orada fundalar, yabani meşe palamutları, kocayemişler, çalı süpürgeleri, bir türlü ağaç haline gelmeden ama ağacı öykünürcesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. Bütün bu fundalıklar Fino Kilisesinin malıdır. Kocaman, kirli sakallı, cin gibi bir papaz “fundalıklar bizimdir” diye arada bir dolaşır. İsteyen olursa ucuza kiraya verir. Ama kimse kiralamaz. Çünkü orman memuru buraları Orman Yasası gereği orman sayar. Aralarında üç beş ufacık çam ağacının bulunduğu yabani, cüce, oduna bile gelmez çalı çırpı, orman memurunun Orman Yasası sayesinde mutlu yaşar.

Kör Mustafa nasıl becerdi bilmem.. Denize diklemesine inen bu çalılığın bir kısmını ne pahasına ayıkladı biliyor musunuz.. Tırnakları pahasına. O çalı çırpının sere serpe geliştiği, bu denize diklemesine inen toprak öyle taşlıktı ki.. Sonra Mustafa, gündüzleri başka yerde çalışmak zorundaydı.

Akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu. Kazdıkça kaya, kazdıkça taş. Bütün bir yaz, bütün bir kış orman memurunun baskısı..

Çalı çırpı palamut defne kocayemiş diken ot kök ona karşı koydular.. Bu korkunç savaşa üç evlek toprak için Mustafa’dan başka bizim köyde kimse girişemezdi.

Kaya bitip de yumuşak, esmer, pembe bir funda toprağı bir karış ortaya çıkınca bir meşe palamudunun korkunç, yılan gibi kökü önüne çıkardı. Onu sökünce orman memurunu karşısında bulurdu. O gidince zehirli bir diken başparmağını şişirirdi. Kazma körlenir, kürek bulamaz, taş dağ gibi yığılırdı. İnsan büyüklüğünde bir kaya, yumuşak toprağın üstünde, cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzüyle dikilir.. Kazma iş görmediği zaman yumruğu, yumruğu yetmediği zaman parmakları, parmakları kalın geldiği zaman tırnaklarıyla toprağı tırmalardı..

Bir sonbahar günü baktık ki küçük çam ağaçları filizleri, körpe diken yapraklarıyla, üç beş kocayemiş çıngıl çıngıl yemişleriyle yer yer esmer, pembe, külrengi toprağa gölge salar. Biz görenler: “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur,” derdik.

Bilmedik ki, dişle tırnakla kanla canla, doğa denilen canavarı yenmek gerekir. Ben bu savaşa tanığım. Mustafa’nın kör gözünün hiddetten ala bulandığı günleri biliyorum.. Bu kavga, Romalı tutsakların aslanla dövüşmesinden farklıydı. Romalı tutsak, aslana bir çeyrek saat içinde yeniliyordu. Mustafa ejderhayı bir yıl içinde, kimi kez umutsuzluktan kimi kez umuttan yeniyordu.

Bir sabah her zamanki çamın altına vardım ki, bir köylü kadın, üç yarı çıplak çocuk, garip birtakım taşlar, tahtalar, saçlarla bir şeyler yaparlar. Bu, her yanından poyraz, lodos, gündoğusu, keşişleme, yıldız, karayel giren bir evdi. Mustafa arkasına yeşiller giymiş, güçlü bir kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar açıyordu.

“Aslan Mustafa,” dedim. “Su buldun mu su?”

“Deniz kıyısında eski bir kuyu vardı. Tuzlu bir parça ama idari edeceğiz. Şuraya bir sarnıç kazabilsem..”

Onu gördüm mü toparlanıyor hayret, sevgi, saygıyla bakıyorum. Koca yaylamızın üzerinde böyle milyonlarca insan bulunduğunu düşünüyorum. Yine dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri tek gözleri, tek kollarıyla bir ejderhayla savaşmak için bekleştiklerini düşünüyorum..

Küçük Hanımlar..

Bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiller yollayacaktır. Dikkat edin, belki Mustafanınkilerdir.

Küçük Beyler..

Domatesler göreceksiniz çarşıda. Elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. Keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. Belki de lokanta da bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını çok güzel bulursunuz. Yunan Tanrılarının ölmemek için içtiği “nektar” tadını damağınızda hissedersiniz. İnanın ki, Mustafa’nın domateslerinden bir tanesi, içtiğiniz domates suyuna katılmıştır..

Sait Faik Abasıyanık – Hikaye

Yazar Hakkında Kısa Bilgi

Gerçek adı Mehmet Sait‘tir. 18 Kasım 1906 tarihinde Adapazarı’nda dünyaya geldi. İlköğretimine Adapazarı’nda başlayan Abasıyanık, ortaöğretimine İstanbul Erkek Lisesi ve ardından Bursa Lisesi‘nde devam etti. Edebiyat hayatına ilk olarak bu dönemde şiir ile atıldı.

İlk öyküsü İpek Mendil’i 1926 yılında yazdı. 1929’da Kenan Hulusi aracığıyla ”Uçurtma” adlı öyküsü Milliyet Gazetesi‘nde yayınlandı. 1928 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde iki sene okuduktan sonra babasının isteği üzerine İsviçre’ye iktisat okumaya gitti. Daha sonra Fransa’ya geçti.

1931-1935 yılları arasında Fransa’da kaldı. 1935 yılında bazı sebeplerden dolayı yüksek öğrenimini yarıda bırakarak Türkiye’ye döndü.

Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı. Ardından babasının açtığı toptancı tahıl mağazasını işletmekle uğraşsa da başarılı olamadı. II. Dünya Savaşı yıllarında “Haber” adlı gazate de adliye muhabirliği yaptı. Bu dönemden sonra sadece yazı işleriyle uğraşmaya karar verdi. 1936‘da ilk kitabı “Semaver” yayımlandı.

Sait Faik Abasıyanık, 11 Mayıs 1954 tarihinde Burgazada’daki evinde siroz nedeniyle hayatını kaybetti.

1963 yılında annesinin ölümünden sonra evi “Sait Faik Müzesi” haline getirildi. Vasiyeti gereğince eserleri Darüşşafaka Derneği’ne bırakıldı. Annesi Makbule Hanım’ın çabalarıyla ölümünden bir yıl sonra verilmeye başlanan hikaye ödülü “Sait Faik Hikaye Armağanı” halen devam etmektedir.

Sait Faik Türk öykü ve roman yazarı aynı zamanda şairdir. Modern Türk hikayeciliğinin önde gelen yazarlarından olan Abasıyanık, çağdaş hikayeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm noktası olmuştur.

Sait Faik, getirdiği yeniliklerle “kökü kendisinde olan” bir yazar olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlatmıştır. Bunu yaparken diğer çoğu Cumhuriyet sonrası sanatçısı gibi Batı’daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı.

Bir cevap yazın