You are currently viewing Hikaye Oku; “Üçüncü Mevki”
  • Post comments:0 Yorum

Hikaye Oku; “Üçüncü Mevki”

Hikaye Oku; Vagonun içindeki altı kişiden bir tanesi dayanamadı ve yanındakine:

– Gideceğim yol uzak, dedi.

Yanındaki, göz kapakları yarı açık, uykulu kara gözlü bir adamdı. Sapanca Gölü bu adamın gözlerinin içinde pürüzsüz, dalgasız, bir damla ışık ve cam gibi parıldadı. Sordu:

– Neresi?

– Kayseri’ye gidiyorum. İlk defa. Ömrümde ilk uzun yolculuğum, yanıma bir gazete bile almamışım. Yolculuk, bilhassa tren yolculuğu sıkıcı, yorucu, üzücü şey!…

– Öyledir.

Öyledir diyen, Sapanca Gölü’nün elma bahçelerine gözlerini kapadı. Ve ağır ağır göl, elma ve çıplak çocuklar düşünerek uyudu.

Yanına bir gazete bile almamış adam sıkılıyor, üzülüyor, uyumak istiyor, uyuyamıyor. Kayseri çok acayip bir kâinat, Seddiçin kenarında bir tuhaf şehir gibi muhayyilesini gıcıklıyor. Hanlar, kervansaraylar, dar sokaklarda çamaşır yıkayıp çocuklarını döven yağlı kadınlar, ellerinde uzun birer pastırma, öğle yemeği yiyen memurlar ve uzayan bir gün.

Kayseri’ye giden, kısa boylu, sevimli yüzlü, sarı gözlü, cüssesinden hiç umulmayan kalın kocaman tüylü ellere malik bir adamdı. Karşısındaki şişman adam gazetesini bir tarafa bıraktıktan sonra, Kayseri’ye giden adama baktı, gülümsedi:

– Demek ki Kayseri’ye? dedi.

Kayseri’ye giden, daire müdürü hatırını sormuş, ihtiyar ve mahcup bir memur gibi sevindi. Yanağı, sıkılmış ve yanağı sıkılma zamanı geçmiş bir küçük kız gibi kızardı.

– Evet, Kayseri’ye efendim. Zatialiniz de mi? Güzel midir efendim, Kayseri, nasıldır?

– Kayseri’ye demek hiç teşrif buyurulmadı?

– İlk uzun seyahatim efendim. Sözün temsili, Kasımpaşa’da doğdum. Beyoğlu’nu bilmem efendim.

-Ya, vah vah!

Gazetesinin ilân sayfalarını okumaya dalan şişman adama, Kayseri’ye giden Kasımpaşalı hayretle baktı. Niçin “vah vah” diyordu? Acaba Kayseri’ye gidiyor diye mi üzülüyor? Yoksa Beyoğlu’na çıkmadığı için mi hüzünleniyordu? Şişman adam, kafasındaki düşüncelere de “vah vah” diyebilir, diye düşündü.

Ferahladı. Geyve boğazının kayalıkları dibinde birer eşkıya, bazen birer kahraman, hayaletler, insanlar, silahlar ve bombalar, bir çete gizlidir. Bu kayalarda vahşi keçilere, yaban kedilerine tesadüf etmezsek hayret etmelidir. Küçük bir su, bu dekorun gizli görünmez kahramanlarına, eşkıyalarına, yabanî hayvanlarına ses verir. Küçük, masum derelerin kızıl tüylü kayaların dibinde cengâver şarkıları söylediği akşam zamanı gelmişti. Altı kişiden üçü şimdi yemek yiyordu. Kasımpaşa’dan Beyoğlu’na hiç çıkmamış adam ilk konuşmaya başladığı zaman, kara gözlerini açmıştı.

Konuşmak istemediği, hâlâ Sapanca Gölü’nün elmalıkları ve kestane ağaçları, çıplak çocuklarıyla uyuduğu anlaşılıyordu. Gazetesini bitirmiş adam üzüntülüydü. Defterine bir şeyler kaydediyordu. Köşede bağdaş kurmuş, önce kunduralarını, sonra da çoraplarını çıkarmış birisi, sıska yüzünden taşan bir canlılıkla yanındakine Boşnakça bir şeyler anlatıyordu. Onun yanındaki, bir Sırp köylüsü kadar sarı, kırmızı ve gençti. Ne mustarip gülüyordu. Lisanlarını anlamadığımız insanların haleti ruhiyelerini keşfetmek hususunda çok aciziz. Onların bizim her günkü konuştuğumuzdan daha başka, daha mühim şeyler konuştuklarını sanırız. Bir müddet sonra onlarla çok alakadar olduğumuz halde biraz sonra onları unutuverir, yine kendimize, lisanımıza ve etrafımıza, yani kendi kendimize döneriz.

Tren durmuş; Geyve istasyonu toz, bulut ve akşam pembeliği içinde bir sarı Çin şehri gibi kaynaşıyor; yalınayak çocuklar, saçları perişan arabacılar ve bir kasket yağmuru istasyonu dolduruyordu. Bu kasketlerin altında insanlar; buğdaylarını, tahta traversleri, üzüm, ekmek ve bir vagon penceresinden kendilerine bakan bir hayali düşünüyorlar. Zaman akşamın tozpembesine karışmış, iptidai bir zaman, bu insanları ta Kayseri’lere götüren hain ve dehşetli homurtuya; yani şimendiferin yağlı manivelâsı ve yarısı kızıl tekerlekli makinesine bakıyordu.

O, zamanla bir olmuş yolculardandı. Geyve istasyonunda bir aşağı bir yukarı dolaşıyor; yazın, korkunç sıtmasının gökyüzüne ve gökyüzünün yıldızlarına kadar sirayet eden bu küçük kasabayı terke hazırlanıyordu. Bu, uzun bir sıtma geçirmiş insanların korkusu gözlerinde, dalağı büyük bir mahluktu. O da Kayseri’ye gidecekti. Kayseri’nin havası iyiydi. Erciyeş’in resmini görmüştü. Ovaların ve küçük tümseklerin yanında, etrafına hiçbir dost ve sevgili takmadan bir bekâr adam gibi yükseliveren Erciyeş’i dahilere benzetirdi. Öyle kurak ve kimsesiz memleketlerde kendi başlarına sivriliveren insanlardan bir insandı sanki Erciyeş. Kayseri’yi değil, Erciyeş’i seven adam da deminki beş kişilik ve altıncısı ben olduğum kompartımana girdi. Ben isteksiz kendisine yer açtım. O, mağrur oturdu. Bu yer onun sarih hakkı idi. Kimsenin surat etmeye hakkı yoktu.

Saçları ve yarım kasketi; çarıkları kadar tozlu, pantolonu ve ceketi derisinin rengi kadar hareli ve yamalı, ilk bakışta gürbüz bir köylü, sekizinci yolcumuz oldu. Köylülerden bahsettiğimiz zaman, “Aslan gibidir, soğan ekmek yer, aslan gibi olur” deriz. Böyleleri olduğunu inkar etmek ne kadar yanlışsa; veçhen aslan gibi gözüktüğü halde, kaburga kemikleri çökük, içindeki azanın pek çoğu haddinden fazla büyümüş veya küçülmüş köylülere de tesadüf edilmez demek o kadar yanlıştır. Soğan ekmek yalnız şehirli midesine değil, köylü midesine de dokunabilir ve dokunmaktadır.

Köylü de acayip bir saffet, fakat beklenilmeyen bir cesaretle kendisine isteksizce verilen yere sıkıştı. Hatta biraz daha yer açabilmek için sağa sola kıpırdandı. Bir köylünün bu kadar pişkin olacağını tahmin edemeyen şişman adam, bana baktı. Ben gözlerimi ve içimi köylüden yana çevirdim. Şişman adam selam vermiş de karşısındaki almamış gibi kızardı. Köylü heybesini açmış, heybeden kumlu bir ekmekle iki domates çıkarmıştı. Domatesler ne tatlı şeylere benziyordu. Bir tanesini de bana uzattı. Ne çabuk anlaşmıştık. Uzatılan şeyi gülerek aldım. Kendi francalamla yemeye başladım. Bir lokma kaşar peynirini köylüye uzattım. Aldı. Kokladı, sucuk koklayan bir Karamanlı yüzüyle:

-“İstanbul işi olduğu belli” dedi. Halis Balkan olmalı?

-Yok be dayı. Bu istasyon kaşarı.

-“Daha iyisi de olurmuş demek” dedi.

Sonra düşünerek ilave etti:

– Daha iyisi can sağlığı.

Şimdi hepsi uyuyordu. Hepsi, tanımadıkları bir şehri düşünerek uyuyorlardı. Köylü ile Kasımpaşalı uyanıktı. Ben uyuyor muydum? Gözlerim kapalıydı, kafamda küçük çocuklarla dolu bir mektep… kafası aydınlık bir arkadaş ve sergüzeşt. Bir küçük tonton kafa düşünerek dalıyordum. Köylü, Eskişehir’de indi. Onun indiğinin farkındayım. Kasımpaşalı hala uyumuyor. Gözünü açana lakırdı yetiştirmeye çalışıyordu. Fakat gözünü kimse açmıyordu ki. Bu his bende o kadar kuvvetliydi ki ve Kasımpaşalı o kadar benim gözümü açmamı kolluyordu ki.

Tren durdu. Gecenin içinde Haymana bakir bir orman sesi veriyor. Geyve’de sıtma kapmış entelektüelin de gözleri kapalı ve düşünceleri bir rüya kadar gayri şuuri. Bir küçük kazanın istasyonunda inip unutulmak, şişmanlamak. Bir kasap kızıyla evlenmek, belediye reisi ile eğlenmek, tahrirat katibiyle tavla oynamak.. Ve gelip geçmek mümkün olabilse, diye düşünüyor. Haymana ovası yalnız geceleri gölge veren ağaçlarıyla hayatına karışacak. O, bu kafasıyla kocaman bir köstek sahibi olabilecek. Belki bir sürüsü olacak. Ona da bir müddet sonra hayvan alıp sattığı için cambaz diyecekler. “Cambaz” ne güzel bir kelime. Tren ağır ağır hareket ediyor. Kasımpaşalı uyuyor ve konuşmuyor. Bir belediye fenerinin aydınlattığı tozlu sokağın başındaki evin muşamba perdelerinden içlenen her kompartımanda uyumayan yolcular var. Ben salonu dolaşıyorum. Bir küçük çocuk uyumuş. Uyku ne dinlendirici. Yerime, küçük çocuğun saçlarından ve kafasından aldığım bir masumiyetle çöküyorum. Aynı çocukluk sinirlerime yayılıyor. Fakat zehirlenir gibi uyuyorum.

Sait Faik Abasıyanık

Yazar Hakkında Kısa Bilgi; Gerçek adı Mehmet Sait‘tir. 18 Kasım 1906 tarihinde Adapazarı’nda dünyaya geldi. İlköğretimine Adapazarı’nda başlayan Abasıyanık, ortaöğretimine İstanbul Erkek Lisesi ve ardından Bursa Lisesi‘nde devam etti. Edebiyat hayatına ilk olarak bu dönemde şiir ile atıldı.

İlk öyküsü İpek Mendil’i 1926 yılında yazdı. 1929’da Kenan Hulusi aracığıyla ”Uçurtma” adlı öyküsü Milliyet Gazetesi‘nde yayınlandı. 1928 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde iki sene okuduktan sonra babasının isteği üzerine İsviçre’ye iktisat okumaya gitti. Daha sonra Fransa’ya geçti.

1931-1935 yılları arasında Fransa’da kaldı. 1935 yılında bazı sebeplerden dolayı yüksek öğrenimini yarıda bırakarak Türkiye’ye döndü.

Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı. Ardından babasının açtığı toptancı tahıl mağazasını işletmekle uğraşsa da başarılı olamadı. II. Dünya Savaşı yıllarında “Haber” adlı gazate de adliye muhabirliği yaptı. Bu dönemden sonra sadece yazı işleriyle uğraşmaya karar verdi. 1936‘da ilk kitabı “Semaver” yayımlandı.

Sait Faik Abasıyanık, 11 Mayıs 1954 tarihinde Burgazada’daki evinde siroz nedeniyle hayatını kaybetti.

1963 yılında annesinin ölümünden sonra evi “Sait Faik Müzesi” haline getirildi. Vasiyeti gereğince eserleri Darüşşafaka Derneği’ne bırakıldı. Annesi Makbule Hanım’ın çabalarıyla ölümünden bir yıl sonra verilmeye başlanan hikaye ödülü “Sait Faik Hikaye Armağanı” halen devam etmektedir.

Sait Faik Türk öykü ve roman yazarı aynı zamanda şairdir. Modern Türk hikayeciliğinin önde gelen yazarlarından olan Abasıyanık, çağdaş hikayeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm noktası olmuştur.

Sait Faik, getirdiği yeniliklerle “kökü kendisinde olan” bir yazar olarak kabul edilir. Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlatmıştır. Bunu yaparken diğer çoğu Cumhuriyet sonrası sanatçısı gibi Batı’daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı.

Bir cevap yazın