You are currently viewing Refik Halid Karay Hikayelerinden; “Şair Koca”
  • Post comments:0 Yorum

Refik Halid Karay Hikayelerinden; “Şair Koca”

— Bir evli hanımın hatıra defterinden —

Yusuf, meşhur olan ismiyle (Yusuf Semih), şair Yusuf Semih, yani kocam artık büsbütün çekilmez, biraz da yaşanmaz, yaşadıkça hayattan zevk alınmaz bir hale geldi. İlle ilhamı tükenip de saçmalamağa başlayalı beri deliye döndü; hoş zaten öyle, ilham denilen şey de onda pek feyizli, kuvvetli değildi ya… Ah, şiir! Benim kanıma sen girdin! Ne bileyim, on sekiz yaşının sersemliği ile Tevfik Fikret’e, Cenap Şahabeddin’e, hatta Hüseyin Siret’e, hatta Hüseyin Suad’a, hulasa şair ismi altında tanıdığımız bütün bu manzumecilere meftun idim; zannederdim ki hayatta şiir, biraz da su ve hava gibidir, yaşamak için lazımdır; mes’ud olmak için ise şiir nazarımda yegane büyü, sihir, vasıta, kuvvet idi. İşte bu hastalık, bu buhran esnasında karşıma dört buçuk manzume ile Yusuf Semih çıktı. Diğer şairler hep evli oldukları için bunu, bu bekarını intihaba mecbur idim, evlendim.

İzdivacımın birinci ayında kendime nasıl yazık ettiğimi anladım; şiirle intihar etmiştim; şair olmayan her koca, bir mümeyyiz, bir zabit, bir dişçi, hatta bir işsiz, bir kumarbaz, bir sefih bile gözümde büyük, yüksek, insan görünmeğe başladı. Benimki ne alelacaib bir mahlûktu… Evvela bir fotoğraf merakına düştü: Kendisini çehre itibar ile Avrupa şairlerine benzetmeğe uğraşıyor ve o şekillerde beş, on, on beş türlü resimler  çektiriyordu. Kah Rostanda özendi, uzun bir redingot giydi, yüksek bir yaka taktı, siyah bir fular doladı, kollarını kavuşturup yirmiden fazla fotoğraf aldırdı. Sonra bundan vazgeçti, bıyıklarını traş etti, saçlarını kestirdi, çehresini armudi yaptı, pötikareli elbiseler ısmarladı, Bataille olmağa çabaladı. Yapamayınca sakal koyuverdi, saçlarını kıvırdı, kendisini Polenezya vahşisine benzetti ve:

—      Nasıl, tıpkı Richepin, değil mi?

Diye karşıma geçti. O zaman nasihat ettim:

—      Yavrum, dedim, sen benzesen benzesen hani Piyerlotinin kendisini Aksaray beyine benzeterek çıkarttığı fesli, bıyıklı, uzun boyunbağlı, yeleksiz bir fotoğrafı vardır, en ziyade ona benzeyebilirsin!

Kızdı, frenkleri taklitten vazgeçti… Bir gün odasına girdiğim zaman köşedeki şark usulü sedirde onu nasıl, ne kıyafette görsem beğenirsiniz? Aklınıza gelmez ki… Ayaklarında sarı çedik papuç ve kırmızı şalvar, başında kavuk ve sırtında işlemeli mintan, bağdaş kurmuş, divite batırarak kamış kalemle cızır cızır şiir yazıyor!!

—      Hece vezninden tekrar feragat ettim, dedi, aruza avdet ediyorum, Nedimane gazellere başladım, Nedimane de bir elbise yaptırdım!

O gün fotoğrafçı eve geldi, şair Yusuf Semihin Nedim kıyafetinde yirmi, otuz resmini aldı. İstanbul’da hiç bir mecmua intişar etmemiştir ki, onda Yusuf’un bir resmi ve bir şiiri bulunmasın… Çoluk çocuğun sermayesiz, hesapsız ancak üç dört nüsha neşredebildikleri döküntü mecmualarda bile onun muhakkak yeni çeşit bir resmi vardır. Geçen ay eve bir çocuk dadandı, gûya İstanbul’un en istidatlı, en güzide ressamı imiş, şöyle şahsiyeti, böyle hususiyeti varmış, günlerce Yusuf’u karşısına aldı, yağlı boya resmini yaptı. Aman Allahım, o ne baygın suratlı bir resimdi! Yusuf Semih bu levhanın üzerinde sanki tatlıdan yapılmış bir bebekti, sobanın sıcağı ile sulanmış, çehresinin her hattı aşağıya doğru kayıyor, eriyordu. İşte bu resim o sene sergide teşhir olunacaktı; ben bu sefer rengarenk rezil olacaktım.

Geçen gün gamlı gördüm, «Nen var?» diye sordum.

—      Şuna, buna benzemeye çalışmakla hayatımı heder ettim, hakkın var imiş, dedi, niçin ben de kendime göre hususi bir çehre ve kıyafete malik olamadım; mesela Celal Sahir gibi… Bu adam yoktan bir tip vücuda getirdi!

Hissettim ki, kocam bunu söylerken (Beyaz gölgeler) şairini bir kaşık suda boğacak kadar kinli idi.

—      Yok, canım, dedim, onunki de kendinin değildir, merak etme, o da (Mai ve Siyah) daki Ahmet Cemili taklit etti!

—      Sahi karıcığım, dedi, güzel buldun!

Sevincinden boynuma sarıldı. Öyle memnun olmuştu ki… Zaten Yusuf Semihin ne muhabbetine, ne de husumetine güvenilemez. Üç, dört saat beni canının içine sokacak gibidir, sonra birden değişir, yüzüme bir düşman gibi bakmaya başlar, konuşmaz olur, yanımdan bucak bucak kaçar ve gider, kadınlar aleyhinde uzun, sert, terbiyesiz manzumeler yazar. Fakat buhranı geçer geçmez ayaklarıma kapanır, ağlar, sızlar. Böyle bir zamanında, Fuzuli’nin yanık gazellerini inliye inliye okuyarak başını dizlerime dayadığı bir gün elimi keskin bir giyotin bıçağı gibi şu özenti şairin boynuna indirmeyi ne kadar istiyorum! Mesela şimdi bahar değil mi? «Haydi Yusuf, seninle biraz kırlarda dolaşalım!» desem:

—      Bahar ne bayağı bir mevsimdir, rica ederim, adileşmeyelim, bahar; kırlar, kuzular ve inekler içindir!

Gibi bir saçma cevap verir ve tutar yağmurlu, puslu, berbat bir akşam üzeri bana yayan Şişli tepelerine çıkmayı teklif eder. Bir ziyafettemiyiz, surat asar, «İnsanlar cemiyet halinde iken ne çekilmez!» der. Yalnızmıyız, «Ah, der, bu ne ölü belde, bana insanlarla değil, hayaletlerle meskûn gibi geliyor!» gülenlere kızar, «Adamlar gülünce hayvanlaşırlar!» der. Ağlayanlara da aleyhtardır: «Gözyaşları ancak delik deşik ve çürük yüreklerden sızar!» diyerek istikrah eder. İstikrah eder, ulviyet taslar da sonra aşçı ile hizmetçinin peşinde köşe bucak, saklambaç oynar.

Ah, bu ne çekilmez bir mahlûktur! Nazarında mühim iki mesele ve iki meşgale mevcuttur: Kendi çehresi, yani fotoğrafı, bir de başka şairin eseri… Bunun haricinde dili tutuk, gözleri fersiz, vücudu düşük, hulasa harareti, hayatı noksandır!

Ya arkadaşları… O fosur fosur cıgara içen, o kötü kötü öksüren, o ayakkabıları pençeli, boyunbağları lekeli, elbiseleri ütüsüz ve saçları kepekli yamru yumru, çirkin, mağrur adamlar, bu şair taslakları… Yarım saat sohbetlerini dinlemeğe bundan başka hiç bir kadın tahammül edemez:

İnsan kara dağ olsa getirmez buna takat.

Hatta kara dağ değil, Kaf dağı olsa bile… Bir koca ki şiir nedir ömründe okumamış, şair nedir tanımamış, işte bir böylesi gözümde tütüyor ve bir memleket ki şiiri yasak etmiş ve şairleri tımarhaneye sokmuş, böyle bir yere içim atılıyor!

Refik Halid Karay

Refik Halit Karay Hakkında

14 Mart 1888’de İstanbul’da doğdu.  Romancı, öykü yazarı ve gazetecilik yaptı.

Eserlerinde sade bir dil kullanmasına rağmen tasvir ve tahliller bakımından zengin bir anlatıma sahiptir. Anadolu’yu ve Anadolu insanının hayatını “Memleket Hikâyeleri”  eserinde eleştirel bir yaklaşımla ele almıştır. Bu eseri, realist hikâye tarzının başarılı bir örneğidir

Sanatçı, Cumhuriyet yönetimiyle de fikir ayrılıklarına düşmüş, Beyrut ve Halep’e sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgünlerdeki gözlemleri ise bir diğer önemli hikâye kitabı olan “Gurbet Hikâyeleri”ne yansımıştır. Af kanunu ile yurda döndükten sonra “Aydede” adlı mizah dergisini tekrar yayımlamaya başlamıştır.

Sonraki dönemlerde daha çok romanla uğraşan Refik Halit, eserlerindeki güçlü gözlemleriyle dikkat çeker. Olayları ve kahramanları en ince ayrıntılarına kadar görmeyi başaran sanatçı, bu özelliğiyle eserlerinde yoğun bir gerçeklik duygusu uyandırır. Eserlerindeki bir diğer önemli özellik ise türü ne olursa olsun mizaha ve tenkide yönelmesidir. Bunu özellikle hikâye ve romanlarında karakterler üzerinden yapar.

Sanatçı, önemli romanlarından olan İstanbul’un İç Yüzü adlı eserinde Meşrutiyet’le zenginleşen insanları; Çete‘de Türk çetecilerin Fransızlarla olan mücadelesini; bir inceleme roman özelliği de taşıyan Yezid’in Kızı adlı eserinde Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Yezidilerin hayatlarını; Sürgün‘de Yüzbaşı Hilmi Efendi’ye atılan bir iftira yüzünden onun Beyrut’a sürgün edilişini ve burada yaşadığı sıkıntıları; Bugünün Saraylısı‘nda İstanbul’da kendi halinde bir aileye katılan sonradan görme bir akraba kızın ailenin değerlerini alt üst etmesini anlatır.

Yazarın gözleme dayanan eserlerinde tasvirler, portreler, benzetmeler kullanarak sade akıcı dili, güçlü tekniği ile 20, yüzyıl romancıları arasında seçkin bir yere sahip olmasına vesile olmuştur.

Türk edebiyatına birçok eser kazandıran Refik Halid Karay, İstanbul’u bütün renk ve çizgileriyle yansıtarak Türkçeyi ustalıkla kullanmıştır. 18 Temmuz 1965 yılında da İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.

Bir cevap yazın