You are currently viewing Kafka Hikayelerinden “ŞOSEDE ÇOCUKLAR”
  • Post comments:0 Yorum

Çitin önünden arabaların geçtiğini işitiyordum; bazen de yapraklar arasındaki hafif kımıltılı aralıklardan görüyordum onları. Kızgın yaz ortasında tekerleklerin tahta parmaklarıyla arabaların oklan nasıl da gacur gucur ediyordu. Irgatlar tarlalardan dönüyor ve bir gülüşüyorlardı ki, aman Allah!

Tam o sırada küçük salıncağımıza kurulmuş, evimizin bahçesindeki ağaçlar arasında, dinleniyordum.

Çitin önünden gelip geçenlerin arkası bir türlü kesilmiyordu. Koşar adım çocuklar geçmişti bir solukta; ekin demetleri üzerinde kadınlar ve erkeklerle arabalar geçmiş, dört bir yandaki çiçek tarhları üzerine gölgeleri düşmüştü; akşama doğru da, elinde baston, gezintiye çıkmış ağır ağır yürüyen bir bay gördüm; kol kola girmiş karşıdan gelen birkaç kız, bay’ı selamladı, kenardaki otlar içine çekilerek kendisine yol verdi.

Derken kuşlar havalandı yerden, sağa sola saçıldı; bakışlarımla onları izledim, boşlukta nasıl bir çırpıda yükseldiklerini gördüm; sonunda sanki kuşlar yükselmiyor da, ben düşüyormuşum sandım; gözlerim karararak iplere sımsıkı tutundum, biraz sallanmaya başladım. Çok geçmeden, rüzgar daha bir serin esip, uçan kuşların yerini gökte titreşen yıldızlar alınca hızlandırdım sallanmamı.

Mum ışığında akşam yemeğini yemeye koyuldum. Çokluk iki dirseğimi tahta tepsinin üzerine dayayarak, şimdiden yorgun düşmüş, yağlı ekmek dilimlerini dişledim. Hayli ajurlu perdeler sıcak rüzgarda şişiyor, bazen dışarıdan geçen biri beni daha iyi görmek ve benimle konuşmak isteyerek elleriyle perdelere sımsıkı yapışıyordu. İkide bir sönüyordu mum, ama çevresine toplanmış tatarcıklar, çekilip gitmeden bir süre daha karanlık is içinde dolanmalarını sürdürüyordu. Biri pencereden bir şey soracak oldu mu, bir dağa ya da salt bir boşluğa bakar gibi kendisine bakıyordum.

Ne var ki, çocuklardan biri pencere pervazına tırmanarak ötekilerin geldiğini ve evin önünde beklediğini haber verince, göğüs geçirerek doğrulup kalktım.

“Yo ama, neden öyle göğüs geçiriyorsun bakayım? Bir şey mi var yoksa? Bundan böyle savuşturulamayacak büyük bir felaket mi? Bir daha asla belimizi doğrultamayacak mıyız? Gerçekten bitti mi her şey? “

Biten bir şey yoktu. Seğirtip evin önüne varıyorduk. ” Şükür gelebildiniz nihayet!” – “Sen zaten hep gecikirsin.” – “Neden benmiş? ” – “Sen ya! Bizimle gelmek istemiyorsan, evde kal! ” – ” Gözünün yaşına bakma sakın!” – “Nasıl? Gözünün yaşına
bakma mı? Amma da söz? “

Başlarımızla geceyi delip geçiyorduk. Gündüz ve gece diye bir şey yoktu bizim için. Bazen yeleklerimizin düğmeleri dişler gibi birbirine sürtüyordu, bazen aramızda hep aynı uzaklığı koruyup ağızlarımızla ateş püskürerek tropikal bölgelerdeki hayvanlar gibi koşmaya başlıyorduk. Eski savaşlardaki zırhlı süvarilermişiz gibi atlarımızın ayakları yeri dövüyor, boşlukta dimdik dikilerek birbirimizi kısa sokaktan aşağı sürüp bacaklarımızdaki bu ilk hızla şosede koşmaya başlıyorduk. Yol kenarındaki hendek içine inenlerimizin karanlık yamaçta gözden kaybolmalarıyla, tanımadığımız yabancı kimseler gibi tepedeki patikada boy göstermeleri bir oluyor ve yukarıdan bize sesleniyorlardı:

” Aşağı insenize!” – ” Önce siz çıkın yukarı!” – “Bizi bayırdan aşağı yuvarlayasınız, değil mi! Yağma yok! O kadarcık aklımız var daha! ” – “Yani o kadar ödleğiz demek istiyorsunuz, değil mi? Gelin haydi, gelin de görelim!” – “Yok canım! Siz mi? Size mi kaldı bizi aşağı yuvarlamak? Bizi aşağı yuvarlayacaksınız, ha? “

Saldırıya geçiyor, göğüsleniyor, düşüyor ya da kendimiz öyle isteyerek yol kenarındaki hendeğe inip otlar içine uzanıyorduk. Her şey aynı ölçüde ısınmış oluyor, otlar içinde ne sıcağı, ne soğuğu hissediyor, sadece bir yorgunluk duyuyorduk.

Sağ tarafa dönülüp de el kulak altına konuldu mu, uyuyası geliyordu insanın. Ancak, çene kaldırılıp bir kez daha toparlanmak, buna karşılık eskisinden de derin bir hendeğe yuvarlanmak isteniyordu. Kollar önde çapraz tutularak, bacaklar rüzgarda yamulmuş, esintiye karşı ileri fırlamak ve yeniden, bu kez hepsinden derin bir hendeğe kendimizi atmak hevesi uyanıyordu içimizde. Ve aynı şeyi habire yinelemekten bir türlü geri kalmıyorduk.

En son çukurda gerçek bir uykuya dalmak için nasıl enine boyuna uzanılacağı, Özellikle dizlerde bunu nasıl uygulamak gerekeceği henüz pek akla getirilmiyor, neredeyse ağlamaklı, sanki hasta, sırtüstü yatılıyordu. Oğlanlardan biri, elleri kalçalarında, karanlık tabanlarıyla yamaçtan inip üzerimizden yola atlarken kırpıştırılıyordu gözler.

Zamanla gökyüzünde ay bir hayli yükseliyor, mehtapta bir posta arabası yanımızdan geçip gidiyordu. Dört bir yanda hafif bir rüzgar çıkıp hendek içinde de estiği duyuluyor, yakındaki ormanlardan hışırtılı sesler gelmeye başlıyordu. İşte o zaman yalnız olmak yitiriyordu çekiciliğini.

“Neredesiniz hey?” – “Gelsenize buraya!” – ” Herkes gelsin!” – “Haberiniz yok mu, posta arabası geçti!” – “Yok canım! Ne zaman? ” – “Tabii geçti. Sen uyurken.” – “Uyudum mu? Ne münasebet!” – “Sus sus! Halinden belli.” – ” Amma yaptın!” – “Gelin haydi!”

Bunun üzerine birbirimize daha çok sokularak koşmaya başlıyorduk. Kimimiz el ele veriyor, yokuş aşağı indiğimizden başlar yeterince dik tutulamıyordu. İçimizden biri Kızılderililere özgü bir savaş çığlığı atıyor, bacaklarımız o zamana kadar görülmedik doludizgin bir koşu tutturuyor, biz sıçradıkça rüzgar kalçalarımızdan tutup bizi havaya kaldırıyordu.

Hiçbir şey alıkoyamazdı bizi yolumuzdan. Kendimizi öyle bir koşuya kaptırıyorduk ki, birbirimizi geride bırakıp geçerken bile kollarımızı kavuşturup sağımıza solumuza bakabiliyorduk.
Wildbach Köprüsü’ne gelince duruyorduk; ileri gidenlerimiz varsa, onlar da geri dönüyor, altımızda akan su, sanki akşamın geç vakti değilmiş gibi kayaları ve bitki köklerini dövüp duruyordu. Neden içimizden biri sıçrayıp oturmuyordu korkuluk üzerine, şaşılacak şeydi!

Derken bütün kompartımanları aydınlık, cam pencereleri kuşkusuz indirilmiş bir tren, uzaktaki ağaçlar arasından belirip çıkıyordu ortaya. Aramızdan biri bir şarkı tutturuyordu. Ama biz hepimiz de şarkı söylemek istiyorduk. Trenin gidişinden daha hızlı şarkı söylüyor, sesimizi yeterli bulmayarak ellerimizi kollarımızı sallıyorduk. Seslerimizle bir curcuna havası yaratıyor, bu curcunanın içinde kendimizi rahat hissediyorduk. Kendi sesini başka seslere karıştırdı mı, oltaya yakalanmış gibi bir duygu uyanıyordu insanın içinde.

Böylece, arkamızda orman, geziye çıkmış uzak yolcuların kulaklarına yolluyorduk şarkılarımızı. Köyde büyükler henüz uyanmamış oluyor, annelerimiz gece için yatakları yapıyordu.

Ayrılma vakti gelip çatıyordu sonunda. Hemen yanı başımdaki arkadaşı öpüp sonraki üçüne şöylece elimi uzatıyor, yolu gerisin geri koşmaya başlıyordum; arkamdan seslenen çıkmıyordu. Beni artık göremeyecekleri ilk kavşakta yoldan sapıyor, patikalardan seğirtip yine orman içine dalıyordum. Güneydeki o kente varmaktı amacım; öyle bir kent ki, köyde kendisiyle ilgili olarak şöyle konuşuluyordu:
” Hani ne insan şu oradakiler! Düşünsenize, hiç uyudukları yok.”
“Neden? ”
“Yorulmuyorlar da ondan.”
“Neden yorulmuyorlar? ”
” Çünkü aptal hepsi.”
” Aptallar yorulmaz mı?”
” Aptallar yorulur mu hiç! “

Franz KAFKA

hikaye, öykü, hikaye oku, hikaye okuma, Kafka, Kafka hikayeleri, Franz Kafka, Franz Kafka hikayeleri, Kafka öyküleri, Franz Kafka öyküleri, dünya klasikleri, Kafka klasikleri, klasikler, hikaye arşivi, hikaye örneği, 

Bir cevap yazın