You are currently viewing Ali Paşa Efsanesi
  • Post comments:0 Yorum

Ali Paşa Efsanesi

Aliya, karlara bürünmüş toprak üstüne gecenin yaydığı alacakaranlıkta dedesinin evine vardı. O gün, ilk kez yatağından kalkan ve Aliya’nın devamlı sokak kapısını anahtarla kapamadığını öğrenen ihtiyarı anlamak kolay değildi. Aliya kapıya vurunca dede yavaş yavaş yerinden kalktı, sendeleyerek yürüdü. Zorlanarak kapıyı açtı sonra yorgun bitkin, yatağına dönerek uzandı.

Aliya’yı soğuk halvete aldıktan sonra:

– Daha erken gelmeliydin, şimdiye kadar nerelerde kaldın Aliya? diye sordu.

– Gelemedim dedeciğim. İşler başımdan aşkındı.

– İşler başından aşkındı ha? Demek öyle diyorsun? Hasta dedenin kançanağı gözlerinde nankörlüğü belirten sert bakışı parladı.

– Dün akşam kapıyı yine açık bırakmışsın?

– Sizi kapayacak gibi değilim, dede.

– İki anahtar var.

– İki anahtarın olduğunu bilmiyordum.

– Kapı hep mi açıktı?

– Evet. Ama korkacak bir şey yok. Üstelik evin açık olduğunu kim bilebilir?

– Neyse. Çarşıda ne var ne yok? Bugün kendimi daha iyi hissediyorum. Ateşim düştü… İşlerim çok, diyorsun… Anlat bakalım, anlat!..

– Ocağa bir bakayım. Mumu yaktıktan sonra anlatırım.

– Allah sana uzun ömürler versin! Çarşıda yağ bulunuyor mu? Yunga kaça gidiyor?

– Vallahi bol bol var. Beş buçuğa satılıyor.

– Beş buçuğa mı? Eh! Köylüler hırsızdır! Onlardan dörde satın alınabilir! Ya pastırma, pastırma var mı? Çarşıda bulunuyor mu?

– Bulunuyor dede, bulunuyor ama fiyatı epey yüksek.

– Ehh… Tamam… Aliya oğlum, yaklaş yanıma. Önce süpürgeyi bırak. Ya peynir? Pazarda peynir var mı?

– Var Hasan dede, var. Çarşıda her şey var.

– İnsanlar satın alıyor mu?

– Alıyor, kış için hazırlanıyor.

– Bakkal Mehage, hırsızın teki, herhalde en çok o satın alıyordur. Sonra üç misli daha pahalıya satacak tabii.

– O, öyle biri değil dedeciğim.

Öksürük, ihtiyarın dudaklarında dolanan yeni sorular sormasını önledi. Aliya, dedesine yardım etmek için su verdi.

– Eh, Aliya çok çalıştın diyorsun.

Eh…

– Ya dayılar, hani o, haçlılar var ya, kiliselerine gereken ıvır zıvır şeyleri satın almak için çarşıya indiler mi?

– Onları da gördüm dede.

– Ehh… Allah… Allah… A, şunu diyecektim… Onlardan kimi görürsen, hele hele Fra Peter’i görürsen, onu tanıyorsun değil mi? İşte ona… Hasta olduğumu söyle, bizde mal var de. Ona daha ucuza vereceğimizi bildir.

– Peki dede, söylerim. Buraya da gönderirim.

– Ne dedin aptal! Evime bir gayrimüslimi mi göndereceksin yani?

– Öyleyse nereye göndereyim? diye Aliya şaşırarak sordu dedesine.

– Tabii! Vallahi haklısın oğul! dedi dede. Derin derin soluk alarak konuştu. Başka nereye göndereceksin ki?.. Hiçbir yere! Alışveriş olmadı mı, kazanç da yok. Kış geliyor, benim gibi biçare çorba parası kazanacak durumda bile değil… Ehh, ben zavallının biriyim.

– Satacağın neler var? Ben sana yardımcı olabilirim, dede!..

– Haklısın oğlum, sen de bu işi görebilirsin… Fakat ben demek istiyorum ki… Ama yapma… İstemiyorum… Sen bu işi başaramazsın… Ben yakında iyileşir, ayağa kalkarım…

– Eh, dede!.. Allah yardımcın olsun!.. Kazancılar çarşısından Ömer Ağa sana selam söyledi. Akşam yemeğini ısmarladı, gönderecek.

– Teşekkür ederim. Beni hatırlamış, ölmek üzere iken beni hatırlamış. Peki, daha neler dedi?

Hüç… Sadece gelip seni ziyaret edeceğini söyledi.

– Bana, buraya mı gelecek?.. Acaba neden gelmek istiyor?

– Seni ziyaret etmek için dede.

– Ben evlenmeyi bekleyen kız değilim ki. Benimle ilgili daha neler sordu?

Korku ve kuşku ihtiyarın bütün yüzünü kaplamıştı.

– Başka bir şey sormadı. Sadece nasıl, yemek yiyebiliyor mu diye sordu.

– Aha!.. Hele bak!… Kuşun nerede gizlendiği belli… Niyetini anladım, asıl düşmanımı keşfettim… Ömer Ağa, ha? Yazıklar olsun!

– Öyle deme dede. Canın sağ olsun! Ömer Ağa hiç senin düşmanın olur mu?

– Ne? Üstelik soruyorsun bir de. O herif köpektir hem köpek hem de eşkıya… Firavun… Zehirsaçan… Beni öldürmek, zehirlemek, malıma el koymak istiyor…

– Daha neler, öyle konuşma dede.

Derken, Ömer Ağa’nın hizmetçisi Zayko kapıyı çaldı.

Aliya da Hasan dedenin homurdanmasına karşı çıkıp akşam yemeğini aldı. Yarı karanlık içinde bulunan odaya yemeği getirip saç üstüne yerleştirince, havayı börek, zerde ve kadayıf kokuları kapladı. Hastanın yüzündeki açlığı ve nankörlüğü ifade eden kırıklarını farkeden Aliya, eski büyük siniyi döşek yanına yerleştirmekte acele etti. Her şeyi hazırlayınca dedeyi yemeğe buyur etti.

– Hayır! Ben zehir yemek istemiyorum! Döşekten kalkmama yardımcı ol, yalnız kalkamıyorum. Off, sırtımda sancılar var. Bu, o zehirli kokulardan olmasın?

– Allah aşkına dede, öyle konuşma! Hadi, ye bakalım! Yemezsen darılım.

Dede kurnaz gözleriyle Aliya’yı tepeden tırnağa süzdü. Gizli niyetin getirdiği zaferle birkaç kez öksürdükten sonra yüksek sesle adeta bağırdı.

– Sen kendin ye! Hadi bakalım… Ye de zehirlen!

– Teşekkür ederim. Bol bol yemek var. İki kişi için bile çok. Zaten acıktım, diyen Aliya büyük bir iştahla yağlan süzülen böreği yemeğe başladı. Dede kendi kendine yürüttüğü bir savaş içindeydi. Nankörlük açlık ve zehirlenme korkusu içinde geçen bir savaştı bu. Aliya’nın iştahla yediğini görünce cesaretlendi o da yemeğe başladı.

Söz etmeden akşam yemeğini tamamladılar. Yemek ihtiyara azıcık kuvvet verdi, sonra da zorla ayağa kalktı, ellerini yıkadı.

– Kalan yemeği yarına bırak aslanım benim. Yemek kaplarını kapı önünde bekleyen çocuğa ver, üşümesin gayri.

Peki!

Aliya boş kaplan sokağa çıkardı, sonra kesesinden birkaç kuruş da oğlana bahşiş verdi.

– Na, al bakalım. Bunu sana zahmetin için Hasan dede verdi.

– Aliya! diye odaya dönen oğlanı çağırdı dede. Bir anlat bakalım. Ömer Ağa, bana neden yemek gönderdi? Neden? Ben onu, öteki çarşı esnafını olduğu gibi hiç sevmedim. Ama buna rağmen aklına gelmiş beni hatırlamış. Tuhaf… Bu işte bir tuhaflık var. Sakın sen falan bir şey… Ohh, talihsiz oğlum!… Ohh, hırsızın teki… Herhalde bir şeyler anlatmışsın ki… Bodrumda neler gizlediğimi söylemişsindir. Oyle mi? Seni gidi köpek seni. Gel… Gel de şu güzel gözlerini oyayım senin, talihsiz seni… Gel de boğayım seni. Parçalayayım… Öldüreyim… Yılan… Alçak… Eşkıya… Korkak…

İhtiyar böyle diyerek bir çocuğu bile yenmesine yetmeyen gücüyle şaşkınlığa uğrayan Aliya’nın üzerine çullandı.

Aliya’nın yüzü gururuna yapılan saldırıdan olacak kızardı. Yine de ihtiyara acıdı. Güçlü ellerine alarak usulca döşeğe koydu, sonra söz etmeden belindeki keskin hamal bıçağını çıkardı. Dede harcadığı sözlerden olacak öksürmeye başladı. Konuşacak durumda değildi. Gözlerinde korku ve güçsüzlüğün belirtileri apaçık görülüyordu.

Aliya ayaktaydı. Soluksuz kalan dede ise havadaki boş el hareketleriyle elinde bıçağı parlayan hamala karşı gelmek istiyordu. Fakat mucizeye bak!.. Aliya, dedenin sağ elini aldı, bıçağı avcuna koyduktan sonra yanına uzandı ve dedenin damarlarındaki kanı donduran korkunç ve ciddi bir sesle:

– İşte bıçağım Hasan dede! Madem ki öyle düşünüyorsun, öldür beni! Dünyada çok sevdiğim ölü annemin adına yemin ederim ki… Böyle bir yeminin ne kadar kutsal olduğunu biliyor musun? Mezarda yatan annem ve Allah adına yemin ederim ki… kimse, hiç kimse ağzımdan senin malınla ilgili tek söz duymadı! Sana bile hayır getirmeyen uğursuz zenginliğini kimse bilmiyor! Seninle beraber çürür inşallah!.. Kimse duymadı, kimse, anlıyor musun? Ve

benden de kimse duymayacak! Talihsiz ve zavallı bir kişisin sen. Mutsuzluk getiren zenginliğini kim ister senin? Zenginliğin mezarın olan bodrumda… Niye ağlıyorsun?.. Benden utanıyorsun, değil mi? Utanmalısın! Bir daha yanına gelmeyeceğim beni bu an öldürürsen, helal olsun! Hadi, ne bekliyorsun?.. Öldür beni!.. Vur… niye titriyorsun?

Aliya heyecanlanıyor, giderek öfkeleniyordu. Dede hayatında belki ilk kez vicdan azabı çekerek güçlükle konuştu:

Affet beni aslan oğlum!.. Sen bana helal et!… Biliyorsun, insan korkuyor.. Ben ölümün eşiğindeyim… Bu durumda insan korkuyor ve kıskanç oluyor… Kıskanıyor Aliya, kalanları kıskanıyor. Ehh… İyi yürekli oğlum Aliya… Korkuyorum, ağrılarım da gittikçe artıyor… Korku, hastalığımdan, sırtımdaki ağrılardan, kemiklerim ile ciğerlerimdeki sızıntılardan daha acı. Bu dünyadan gitmek zorunda olduğumdan korkuyorum… Ahirete göçmekten… Ehh, ne yapayım, korkuyorum… En küçük şey bile beni öfkelendiriyor… Yakıyor ve… Helal et!

– Kim o? diye korkarak sordu dede.

– Benim, Aliya. Uyudun, bebek gibi uyudun. Uyandırmak istemedim. Acıdım, kapıyı kapamadan gitmek istemedim.

– Mumu yanaştır oğlum! O da ne? Ateş aralıksız yanmış? Çok kötüsün aslan oğlum benim! Ah, ben her gün böyle ateş yaksam, halim ne olurdu? dedi ve güldü ihtiyar.

– Üşümeyesin diye ateşi söndürmedim.

– Olsun oğlum, olsun!

– Eh, şimdi gidebilirim, değil mi?

– Hayır oğlum. Biraz daha kal, şöyle yanıma gel, otur!

– Peki dede.

– Oğlum, sana şimdi çok ihtiyacım var. Tanrıya şükürler olsun çoktandır sana söylemek istediğim şeyler var, anlatmak için gücüm yetmiyor… Aslanım benim, sevgili Aliyam, dinle… Şey… Bodrumdaki ıvır zıvır şeyleri senden başka kimse bilmiyor. Sen… Dinle… Ben buna izin vermem. Senden başka kimsenin bilmesini istemiyorum. Ehh, bunu benden kimse beklemesin. Hayat bana bedava hiçbir şey vermedi. Hiçbir şey!.. Yoksul olarak dünyaya geldim, çırılçıplak… Rahmetli babam köylüydü ve o tüccar. Eh, sen de her şeyi bilmemelisin. Anlıyor musun? Bana kinden başka hiçbir şey hediye etmediler, ben de kimseye hiçbir şey vermeyeceğim. Her şeyim ne varsa… Her şey.. Her şeyi kendim kazandım. Evet, kazandım. Kimseye hediye etmeyeceğim! Oğlum Aliya, ve takatsiz, güçsüz kaldım, sen de gitmek istiyorsun. Kimbilir, seni bir daha göremeyeceğimi hissediyorum. Senin dünyada sevdiğin var mı? Herhalde vardır. Görmek isterdim. Ha? İşte, ben de kendi malımı seviyorum. Seviyorum vesselam, malımı görmek, saymak istiyorum. İstediğim bu. Eh, bana bu sağlık veriyor. Oğlum Aliya, evde azıcık mal bulunuyor. Malı yıllardır satın aldım, teker teker… malı.. Sen gittikten sonra insanlar gözüm önünde alıp götürecekler. Oğlum Aliya… Allahını seversen… Sevgilinin adına… Sen bu akşam bana yardım et!.. Yardım et de malları bodruma indirelim. Ha? Yardım edecek misin? Ben bir iğne taşıyacak durumda değilim… Kaldı ki ağır eşyalar, demek istediğim şu…

– Malları kapalı gözlerle nasıl taşırım dede?

– Gözlerini kapamayayım diyorsun, ha? diye korkarak sordu dede. Uzun konuşmak onu yormuştu.

– Hayır! Açık gözlerle gitmem! Hayır! İstemem. Zenginliğinin nerede olduğunu görmek istemiyorum.

– Neden görmek istemiyorsun? diye dede kurnazca sordu.

– Çünkü kim bilir, dede… derken Aliya yine gördüğü son düşü anımsadı. Allah korusun, sen öldükten sonra belki Şeytan’a uyarım. Oysa, böylesi daha iyi.

– Peki.

– Kapalı gözlerle nasıl taşırım?

– Nasıl mı?.. Dur bakalım, bir şeyler düşünürüz. Ha, şöyle… Gözlerini kapar, beş alh kez odadan odaya gezer, bulunduğumuz odaya nasıl döndüğümüzü bilmezsin. Sonra gözlerindeki bezi çeker, eşyaları taşırsın… Ve hep böyle… Oldu mu?

– Olmadı. En iyisi kapalı gözlerle azar azar taşırım, sen de elimden tutarak yol gösterirsin.

– Taşıyabilecek misin?

– Taşınacak eşya nedir?

– Küpler, halılar, bakır eşyalar, yapağı, ehh, aslında ıvır zıvır şeyler…

– Taşınacak eşya arasında çürüyecek mal var mı?

– Ya benimle ne olacak? Ben çürümeyecek miyim, ha?

Bu gece içinde geçen korkunç bir konuşmaydı. Aliya düş gördüğünü zannediyordu. Buna karşın dedenin önerisini kabul etti.

Ayağa kalkmasına yardım ederek, sırtına kalın paltoyu geçirdi.

– Hava soğuk, üşümeyesin dede? İstersen bu işten vazgeç. Yarın gelir, eşyaları gündüz gözüyle taşırız.

– Gelir misin?

– Hayır, gelemem, yol hazırlığı yapmam gerekecek. Başka biri bu işi yapsın.

– Öyleyse şimdi taşıyalım.

– Hadi, bakalım.

Eli ayağı titreyen dede, Aliya’nın gözlerine siyah bir bez bağladı. Öteki elinde kandil vardı. Aliya iyi tanıdığı yoldan geçti. Kileri anladı. İlkin merdivenleri çıktılar, birkaç odadan geçtiler. Sonra da minareye çıkar gibi yuvarlak merdivenlere geldiklerini önceden seziyor, yeraltına götüren yolu da tanıyordu. Yeraltındaki hazinenin kapısını açtıktan sonra dede, Aliya’yı elinden tuttu ve geri dönmeye başladılar. Sonra:

– Tüm kapılan açtık, gidip eşyaları taşıyalım! dedi.

Dede ile torun iki hayalet gibi korku dolu evi uzun süre bir aşağı bir yukarı gezdiler. Aliya, ağır yükten olacak birkaç kez sendeledi, güçsüz dedeye dayandı, arada sırada bir elini yükten çekerek körler gibi etrafı yokladı. Taşıdığı yükü bodrum kapısına getirince aşağı atıyordu. Dede de sık sık sendeliyor, öksürüyordu. Aliya, içgüdüye dayanarak ihtiyarın güçlü bir isteğe sahip olduğunu ve istek ile yaşam hırsının delilikle sınırlanan pintiliğinden kaynaklandığını hissediyordu. Yüzlerce kez ev içinde aşağı yukarı gittikten ve bu sırada beş altı kez de dinlendikten sonra Aliya güçsüz bir halde:

– Çok yoruldum dede, taşıyacak gücüm kalmadı, dedi.

Hadi… Hadi!.. Ben dayandıktan sonra… Zaten kalan, malın yarısı bile değil…

Aliya söz söylemeden, ter içinde taşımaya devam etti. Saatler geçiyor, bodruma yüklenen mal yığını yükseliyor, dedenin gizli hazinesi olan bodrum gitgide daha çok doluyordu. Bodrumun kapısı yoktu. Girişi yer altında kazılan büyük bir kuyu gibiydi. Dede bodrum denilen kuyuya merdivenlerle iniyor, sonra büyük kuyunun üstündeki sol tarafta kazılan ve daha küçük bir bodrumu andıran yere çekiyordu. Aliya doğal olarak böyle bir sım bilmiyordu.

– Sabah oldu geçti mutlaka dedi taşımaktan yorgun düşen Aliya.

– Biraz daha dayan oğlum dedi dede, ince sesiyle gayret veriyordu. Aliya’nın elini tutan eli ateş gibi sıcaktı.

Aliya, geniş omuzlarına oldukça ağır olan bir halı yükledi, sonra yine odadan odaya merdivenlerden merdivenlere geçti. Yorgunluktan olacak, bir an sendeledi, düştü, onunla birlikte dede de yıkıldı.

– Ehh, dedeciğim görüyorsun artık taşıyacak halim kalmadı.

– Yoruldun mu oğlum?

– Hayır! Ya sen?

– Beni düşünme! Bana Tanrı kuvvet veriyor, hadi, kalk bakalım!

– Kalkacak gücüm kalmadı, halı oldukça ağır.

– Ben de kalkacak durumda değilim, ehh…

Nem dolu soğuk koridorda ihtiyarın korkunç öksürüğü her yana yayılıyordu.

– Hadi, aslanım, halıyı üstünden çek ve bana yardım et. Şu halıyı da taşıyalım, işimizi bitirelim… Hadi bakalım!

Aliya güç bela ayağa kalktı. Sırtındaki halıyı merdivenlerden aşağı itti. Halı tekerlenerek yuvarlandı.

– Hadi Aliya, yardım et!

– Hiçbir şey görmüyorum. Neredesin dede? Siyah bezi çekeyim mi?

– Çeksen de boş oğlum, uzun süre karanlıkta çalıştık. Her şeyin nerede olduğunu biliyorum. Kandili de boşuna harcıyorduk.

Aliya bu kadar ağır yük taşımasına karşın şimdiye dek düşmediğine şaşakalıyordu. Her şeye karşı kuşkulu olan dede de ateş içindeydi sanki. İhtiyarı ayakta tutan kuvvetin ne olduğunu bir türlü anlamıyordu. Oysa, birkaç saat önce, yarı ölü, yatakta kımıldamadan yatıyordu. Yorgunluktan çöküp inleyen dedenin elini buldu, omzundan tutarak yere yuvarlanan halıya yanaştılar. Aliya güçlükle eğilip halıyı bir daha omuzladı. Yorgun bitkin merdivenlere dek taşıdı.

– Eh aslanım şunu da bodruma atıver.

Bitkin bir haldeki Aliya, halıyla birlikte kuyuya düştü.

Bu olay, çıldırmaya doğru giden Hasan dedenin bunalım içinde olan beyni için çok güzel bir fırsattı. Olası düşüncenin bir anından hareket ederek, cinayet işlemeyi uyandıran kara düşüncelerinden bir mozaik kurmak için yeterdi.

“Her tarafı karanlık” diye düşündü Hasan dede. “Aliya’nın

gözleri bezle örtülü… Burada olduğunu da kimse bilmiyor. Herkese Travnik’e gideceğini söylemiş olacak.. Yolda başına bir kaza gelemez mi? Mesela, kurtların saldırısına uğramak ya da eşkıyalar tarafından öldürülmek… Onunla ilgilenen biri mi var sanki? İnsanlar, başta ilgilenir, azıcık da soruşturur, sonra unuturlar. Burada, Hasan dedede bulunduğunu kimse bilmez. Hazinemin nerede olduğunu tek o biliyor. Sadece o biliyor. Gün gelir bir kimseye anlatabilir… Ya da kendisi… Zaten dün akşam kendisi söyledi… Gözlerini örtmeden taşımaya korktuğunu söyledi. “Üstelik genç, çok genç. Herhangi bir güzelin yüreğini çalmak için burdan söz etmez mi?..

Bodrumun girişini kapadıktan sonra kimse, hiç kimse hazinesine el sürmeyecek! Güzel oğlanın cesedi hazinenin bekçisi olacak. Ölüsü olan hazineyi kimse bulamaz, çünkü ölenin kemiklerinden altınbaşlı yılan çıkar, dilini uzatarak dünya durdukça hazineyi korur. Hasan dedenin hazinesinin nerede olduğunu bilen tek tanık ortada kalmaz.

Tüm bu düşünceler Hasan dedenin aklından yıldırım gibi geçti ve kendiliğinden elini uzattı ve sallanan vücudu itiverdi…

Sonra korkunç, hasta ve gerçeküstü bir çığlık ortalığa yayıldı. Gülmek ve hıçkırık, insan ile hayvan iniltisi karışımı olan sesler ortalığı kapladı. Dede titreyen elleriyle kandili yaktı, kuyu üstündeki demir kapağı kapamaya çalıştı. Kapak altındaki, kuyu içindeki hazinesine bir insan cesedini daha eklemeye çalışıyordu.

Yorgunluk ve açlık Aliya’nın gücünü yitirtmişti. Dedenin kendisini kuyuya ittiğini hissetmemişti bile. Halıyla birlikte kuyuya düştü. Alta yedi arşın derin olmasına karşın, eşyalar üst üste yığılmıştı. Hiçbir yerine bir şey olmamışta. Dedenin delice gülüşü Aliya’nın kendine gelmesine neden oldu. Ayağa kalktı, elleriyle etrafı yoklamaya başladı. Tam o sırada dedenin elindeki kandil parladı;

– Ne sağ mısın? diye korkarak sordu Hasan dede. Yukarı nasıl çıktın aslan oğlum, helal et!…

– Niye helal edeyim? diye sordu heyecanlı bir halde Aliya. Sonra kuyuya rastgele düşmediğini anladı. Dernek onu dede itmişti. Dedenin eşyaları, bütün gece kuyuya taşınan eşyalar o kadar yükselmişti ki mallar onu ölümden kurtarmıştı. Dernek ki gördüğü rüyanın bir bölümü gerçekleşmişti. Eşyalara basınca yukarı çıkmıştı.

– Oğlum Aliya, aslanım benim, ben tabansızın biriyim. Yaşlıyım… Hastayım. Helal, helal et!.. Ohhh!

– Helal olsun dede! Şu cehennemden kurtulmama yardım et!

– Dur. Önce bodrum kapısını kilitleyeyim. Al şu merdivenleri kuyuya at. Onları kimse bir daha kullanmasın… Kimse!..

Aliya dedesini dinledi. Merdivenleri aldı, etrafı elleyerek bodruma fırlattı.

– Şimdi gözlerini örten siyah bezi çek.

– Çekmek istemiyorum.

– Peki. Öyleyse yürü! Kuyu girişine demirden kapıyı yerleştirdikten sonra dede:

Üstüne toprak atalım dedi.

Kapıyı toprakla örttüler.

– He, he, he… Oğlum Aliya, deden her şeyi önceden düşünmüş. Hadi yukarı çıkalım.

Koridordan geçtikten ve yuvarlak merdivenleri çıktıktan sonra dede kapıyı kapadı ve anahtarları minderin bir köşesine sakladı. O an Aliya’nın gözlerindeki siyah bez parçası kaydı, bezi tekrar yerleştirirken istemeyerek anahtarların nerede saklandığını gördü. Odada hala çok pahalı mobilya vardı. Bu mobilya taşınmayan mobilya parçalarıydı. Oysa çoktandır gün ağarmıştı. Sırtıyla ona doğru dönük olan dede bunu görmemişti.

Dedenin halvetine geldikleri zaman Aliya’nın gözlerindeki siyah bez parçası indirildi. Aliya kükredi. Molla Hasan dede bir gece içinde o kadar çok değişmişti ki, yüzüne bakılmıyordu. Döşeğine yatmadan önce baygınlık geçirdi. Kendini kaybetmeden önce de kendisine doğru yönelttiği son bakışının etkisinden hala kurtulmamış olan Aliya, bir daha ürktü, ihtiyarın yüzünde rüyasına giren Arabı gördü. Siyah saçlı Arap onu kırbaçla dövüyor: “Onu öldürmek istiyorsun, hain. Sana tek el uzatanı öldürmek istiyorsun. Cehennem ateşinde yanacak kul!” diye bağırıyordu.

Aliya ürkek adımlarla kaçıran dedesinin bahçesine çıktı, koşarak kapıyı açtı, ortalıktan kayboldu…

Mahallede kimseler yoktu. Elli yıldan sonra ilk kez ölüler, büyücüler, gözboyacılar ve çocuk korkutan evin kapıları ardına kadar açık kaldı. Esen rüzgar kapı kanatlarıyla oynuyor, durmadan duvara çarpıyordu.

İkindi vakti buradan geçen bir yolcu, kapıyı dışarıdan kapayıp yoluna gitti sonra.

Enver Çolakoviç

Yazar Hakkında Bilgi

Enver Çolakoviç; Bosna’nın en iyi şair ve yazarı. Efsanevi Ali-Paşa Efsanesi, Lokljan, Küçük Dünya, Anne Kitabı, Melun ve diğer romanların yazarıdır.

Enver Çolakoviç, 27 Mayıs 1913 tarihinde Budapeşte’de doğdu ve 18 Ağustos 1976’da Zagreb’de öldü. Budapeşte, Saraybosna ve Belgrad’da eğitim gördü ve 1959’da Zagreb’de mezun oldu. 1945’e kadar Saraybosna ve Budapeşte’de edebi eserler üzerine çalışmalar yaptı.

İki dilli bir yazar olarak, 1931’den 1939’a kadar gençlik eserlerini yazdı, bunlar; şiirler, kısa öyküler, denemeler ve ilahiler. 1939’dan 1944’e Zagreb ve Saraybosna’da yirmi ve kısa öykülerin yanı sıra Mujić Hank’in kısa bir romanını ve Boşnakların iyiliği için savaştığı bir dizi makale ve denemeyi yayımladı. (Colakoviç’in çalışmalarının en kapsamlı bibliyografyası, Enver Çolakoviç’in kitabı, Selected Poems, Zagreb, 1990’da, Zlatan Çolakoviç tarafından yayınlandı). Salon komedisi “Karım çorapları kırar” Saraybosna’da (1943) ve Banja Luka tiyatrosunda (1944) yapıldı.

1944’te Matica Hrvatska, Çolakoviç’in en ünlü eseri olan “Ali Paşa’nın Efsanesi” adlı romanı yayınladı. İlk (1944), ikinci (1970), üçüncü (1989) ve dördüncü (1991) sayıların vesilesiyle eleştirmenler tarafından  övgüyle bahsedildi.

, , , , , , , , , , , , , , , , 

 

Bir cevap yazın