You are currently viewing Korku Hikayesi: “HALPİN FRAYSER’IN ÖLÜMÜ”
Korku Hikayesi
  • Post comments:0 Yorum

Korku Hikayesi: “HALPİN FRAYSER’IN ÖLÜMÜ”

1. Bölüm

Korku Hikayesi

Korku Hikayesi: Gözle görülenin ötesinde değişimler gelir ölümle birlikte. Genelde, bedenden ayrılan ruhun zaman zaman çeşitli vesilelerle geri gelip (eskiden üzerine giydiği vücudun içinde) kanlı canlı karşımıza çıkması durumuna rastlansa da, ara sıra içinde ruh olmayan gerçek vücutların yeryüzünde gezindiği de olur. Böyle ayaklanmış bir garabetle karşılaşıp da anlatacak kadar yaşayabilenler, böyle bir garabetin ne yüreğinde ne de belleğinde şefkatten eser bulunmadığını, içinin sadece kinle dolu olduğunu doğrulayacaklardır. Ayrıca, yaşamlarında yumuşak huylu olan bazı ruhların, ölümden sonra tamamen şeytanileştikleri de bilinmektedir. – Hali.

Karanlık bir yaz gecesi, ormanın birinde rüyasız uykusundan uyanan bir adam kafasını yerden kaldırdı ve dört bir yanındaki karanlığa bakıp, “Catherine Larue,” dedi. Başka da hiçbir şey söylemedi, çünkü aslında bunu bile neden dediğini bilmiyordu.

Bu adam Halpin Frayser’dı. Eskiden St. Helena’da yaşardı; ancak, artık ölü olduğundan şimdi nerede ikamet ettiği bilinmiyor. Altında, kuru yapraklarla rutubetli topraktan, üstündeyse yaprakların kopup düştükleri dallarla, yeryüzünün kopup geldiği gökyüzünden başka bir şey olmadan ormanda uyumayı alışkanlık haline getirmiş bir kimse, öyle uzun bir ömür umamaz; üstelik Frayser da çoktan 32’sine basmıştı bile. Dünyada, uzağımızda ve yakınımızda, en seçkininden sürüyle, hatta milyonlarca insan var, bunu çok ileri bir yaş kabul eden. Bunlar çocuklardır. Yaşam yolculuğuna, yolculuğun başladığı limandan bakanlara, o kayda değer herhangi bir mesafeyi katetmiş olanlar, uzaklardaki kıyıya yanaşmalarına ramak kalmış gibi görünürler. Ancak, Halpin Frayser’ın o limanlara, açık havada uyuyup da kurda kuşa yem olduğu için mi varıp varmadığı belli değildir.

Bütün gününü Napa Vadisi’nin batısındaki tepelerde, güvercin ve benzeri sezonluk av hayvanları arayarak geçirmişti. Akşama doğru hava bulutlanmış, yolunu şaşırmıştı. Tek yapması gereken şey, sürekli yokuş aşağı inmekken -çünkü kaybolduğunda insanı her yerde güvenliğe götüren bir yoldur bu- takip edebileceği patikaların yokluğu elini kolunu öylesine bağlamıştı ki, daha ormandan çıkamadan gecenin pençesine düştü. O karanlıkta sık çalılıktan ve orman altı bitkilerini yarıp geçemediği için afallamış bir halde bitkinliğe yenik düşüp dev bir kocayemiş ağacının dibinde rüyasız bir uykuya dalıverdi. Ancak saatler sonra, gecenin tam ortasında, sayısız yol arkadaşının en önünde şafak çizgisiyle birlikte batıya doğru süzülen Tanrı’nın o gizemli ulağı, uykudaki kişinin kulağına, onu uyandıran sözcükleri fısıldadı, bunun üzerine kalkıp oturan bu kişi, nerden bildiğini ya da kimin adı olduğunu bilmediği bu ismi söyleyiverdi.

Halpin Frayser, ne filozof ne de bilim adamı sayılırdı. Geceleyin bir ormanın ortasında derin bir uykudan kalkıp anılarında hiçbir yeri olmayan ve hatta o anda bile aklında tutmakta zorlandığı bir ismi yüksek sesle söylemek, onda bu olayı araştırmak için hiçbir merak uyandırmadı. Bunun garip bir durum olduğunu düşündü ve mevsim normallerine göre soğuk olması gereken gecenin, mevsim normallerine uygun olduğunu onaylarcasına sırf öyle gerektiği için biraz titredikten sonra tekrar yatıp uyudu. Ama uykusu artık rüyasız değildi.

Bir yaz gecesinin çökmekte olan karanlığında beyaz görünen tozlu bir yol boyunca yürüyordu rüyasında. Döşeğin Ötesindeki Diyar’da sürprizler artık şaşırtıcılıklarını yitirdiklerinden ve yargılar kabuklarına çekildiklerinden yaptığı her şey ona basit ve doğal gelse de ne yolun nerden gelip nereye gittiğini ne de kendisinin neden o yolda olduğunu biliyordu. Biraz sonra bir yol ayrımına geldi. Belli ki daha az yürünen bir yan yoldu bu; çünkü şeytani bir şeylere doğru uzandığından uzun süre önce terk edilmiş gibi bir gö rünümü vardı, ama o yine de buyurgan bir zorunlulukla arkadan itekleniyormuşçasma hiç duraksamadan o yola saptı.

İlerledikçe yolunun, zihninde tam olarak canlandıramadığı, görünmez varlıklarca ele geçirildiğini fark etti. İki yanındaki ağaçların arasından gelen, garip bir dilde olmalarına rağmen kısmen anladığı bozuk ve anlamsız fısıltıları duyuyordu. Bunlar ona, bedeniyle ruhuna karşı kurulmuş canice bir komplonun bölük pörçük dile getirilmesi gibi geldi.

Artık gece çökeli çok olmuştu, ama yine de içinden geçtiği, bitmek bilmeyen orman gizemli bir ışıkla, herhangi bir çıkış noktasından yayılmayan, hiçbir şeyin gölgesini düşürmeyen hafif bir pırıltıyla aydınlanıyordu. Yeni yağmış bir yağmur sonucunda eski bir tekerlek izi oyuğundaki sığ birikinti kızıl parıltısıyla gözünü aldı. O da eğilip elini içine daldırdı. Ellerine sıvaşan bu sıvı kandı! O zaman etrafındaki her yerin kana bulanmış olduğunu fark etti. Yol kenarında sıra sıra büyüyen otlar, büyük yayvan yapraklarındaki kurumuş lekeler ve damlalarla gösteriyorlardı kana susamışlıklarını. Tekerlek izleri arasındaki kuru toz öbekleri sanki kızıl bir yağmur tarafından delik deşik edilmişlerdi. Ağaçların gövdelerini geniş kızıl lekeler kirletiyor ve kanlar, yapraklardan çiğ tanesi gibi damlıyordu.

Bütün bunları, doğal bir beklentinin gerçekleşmesinin getirdiği tatmine pek de aykırı olmayan bir dehşetle gözlemledi. Her şey, bilincinde olmasına rağmen tam olarak hatırlayamadığı bir suçun kefaretiymiş gibi geliyordu. Bu bilincinde olma hali, çevresini saran şeylerdeki tehdit ve gizemlere eklenmiş bir dehşet unsuruydu. Bütün hayatını gözlerinin önüne getirmeye çalışarak günah işlediği anı kafasında canlandırmak için umutsuzca çabaladı. Sahneler ve olaylar kargaşa içinde aklına doluşurken bir resim diğerinin yerini alıyor ya da kargaşa ve belirsizlik içinde bir diğeriyle bütünleşiyordu, ama aradığı şeyin en ufak izini bile herhangi bir yerde yakalayamadı. Bu başarısızlık, içindeki dehşeti artırdı; kimi neden öldürdüğünü bilmeden kendini gizli bir cinayet işlemiş biri gibi hissetti. Durum alabildiğine ürperticiydi. Gizemli ışıkda tek kelime etmeden, fesatla içinde yanmaya devam ediyordu üstelik. Herkesin melankolik ya da uğursuz olarak gördüğü ağaçlar, şu zararlı bitkiler, huzurunda kendisine karşı o kadar açık seçik bir komplo içindeydiler ve bu dünyadan olmadıkları son derece belli yaratıkların irkiltici fısıltılarıyla iç geçirişleri o kadar gürültülüydü ki, daha fazla katlanamayıp konuşmasını ve hareket etmesini engelleyen habis büyüyü kırmak için gösterdiği büyük çabayla ciğerlerini patlatırcasma bağırdı! Çatlak sesi, sanki sonsuz sayıda yabancı sesler yığınına dönüşüp kekeleye kekeleye ormanın uzak diyarlarına giderek sessizliğe gömüldü. Ama bir direniş başlatmış ve cesareti yerine gelmişti. Şöyle dedi:

“Sesimi duyurmadan boyun eğmeyeceğim. Bu melun yoldan geçen tekinsiz olmayan güçler de vardır belki. Onlara bir belge, bir yakarış bırakacağım. Katlanmak zorunda kaldığım zulmü ve hatalarımı nakledeceğim: Ben ki, çaresiz bir ölümlü, bir tövbekar, suçsuz bir şairim!” Halpin Frayser tövbekar olduğu kadar, aynı zamanda şairdi de; ama sadece rüyasında.

Giysisinden, yarısı not defteri olan küçük, kırmızı deri cüzdanını çıkardığında kalemi olmadığını fark etti. Bir çalılıktan ince bir dal koparıp kan göletlerinden birine batırarak hızla yazmaya koyuldu. Daha daim ucu kâğıda bile değmemişti ki, ölçülemez bir uzaklıktan büyük, vahşi bir kahkaha yükseldi; ses sanki, gittikçe yükselerek yakınlaştıkça yakınlaşıyordu; gece yansı göl kenannda tek başına oturan bir zırdelininkine benzeyen, ruhsuz, kalpsiz, neşesiz bir kahkaha; yaklaştığını haber verdiği o doğaüstü çığlıkla son bulan, sanki kendisini dile getiren o lanetli varlık, dünyanın ucundan geldiği gibi geri çekiliyor, kahkaha azar azar sessizliğe gömülüyordu, ama adam bunun böyle olmadığını, bu varlığın hâlâ yakınında kıpırdamadan durduğunu hissetti.

Garip bir his usulca bedenini ve zihnini sarmaya başladı. Duyularından birinin etkilenip etkilenmediğini ya da hangi duyusunun etkilendiğini söyleyemezdi; onu daha çok bilinciyle hissediyordu, çevresindeki görünmez varlıklardan farklı bir türden ve güç açısından da onlardan daha üstün bu doğaüstü kötülük timsali, baskın varlığın gizemli zihinsel özgüveniydi duyumsadığı. Şu korkunç kahkahayı atanın o olduğunu biliyordu. Ve şimdi, hangi yönden olduğunu bilmiyor, tahmin etmeye korkuyordu, ama o şey kendisine doğru geliyordu işte. Daha önce bütün korkuları, kendisini şu anda esir alan devasa dehşetin içinde eriyip kaybolarak unutulup gitmişti. Aklında tek bir düşünce vardı; eğer varlığının son buldurulması lütfundan mahrum bırakılırsa belki bu perili ormana yolu düşen iyi niyetli ruhlar bir gün kendisini kurtarırlar diye yazılı bir yakarışı tamamlamak. Elinde, ucundan yenilenmeden kan damlayan çubuğu, korkunç bir hızla yazmaya koyuldu, ama cümlenin birinin ortasında elleri, iradesine hizmet etmeyi bıraktı; kolları iki yanına, defteri ise yere düştü. Hareket edemeyip çığlık atamama aczi içinde kendini, üzerinde defin kıyafetiyle beyazlar içinde, suskun suskun ayakta dikilen annesinin keskin yüz hatlarıyla onun ölü gözlerine bakarken buldu.

2. Bölüm

Halpin Frayser gençliğinde, ailesiyle birlikte Tennessee eyaletinin Nashville kentinde otururdu. Frayser’lar, iç savaşın getirdiği yıkımı atlatmış bir toplumda iyi bir konuma sahip, hali vakti yerinde bir aileydi. Çocukları, o dönemin ve yerin sunabileceği her türlü sosyal ve eğitimsel olanağa sahipti; iyi arkadaşlar ve eğitimleri sayesinde uyumlu tavırlar ve gelişmiş zihinler edinmişlerdi. Halpin, en küçükleriydi; biraz da cılız olduğundan belkide bir parça “şımarıktı”. Annesinin sürekli ilgisi ve babanın ilgisizliği gibi çifte bir olumsuzlukla karşı karşıyaydı. Bay Frayser’ın babası da, varlıklı her Güneyli gibi bir politikacıydı. Ülkesi, ya da daha doğrusu ait olduğu bölgesi ve eyaleti, vaktinden ve ilgisinden o kadar çok yüklü taleplerde bulunmuşlardı ki, ailesini ancak -kendisinin de aralarında olduğu politik liderlerin gürlemelerinden kısmen sağırlaşmış kulaklarıyla- fırsat buldukça dinleyebiliyordu.

Genç Halpin, hayalperest, üşengeç ve biraz da romantik bir yapıya sahipti ve eğitimini aldığı hukuk mesleğinden çok, edebiyata tutkundu. Modem çağın inancı olan kalıtımı kabul eden akrabaları arasında, anne tarafından bir büyük büyükbaba olan Myron Bayne’in aya son bir kez bakabilmek için Halpin’de yaşam bulduğuna inanılıyordu, çünkü Bayne’e yaşamında Kolonilerde iyi tanınan bir şair olmayı istemesine yetecek kadar ilham veren buydu. Özel olarak dikkat edilmese de, atalarının (basım masrafım ailenin karşıladığı ve tutunmanın zor olduğu bir piyasadan uzun zaman önce çekilen) pahalı “şiir derlemelerinin” bir kopyasını gururla saklamayan bir Frayser’a gerçekten ender rastlandığı kolayca fark ediliyordu; bu rahmetliyi, ruhani vârisinin kişiliğinde onu onurlandırmaya karşı mantıksız bir isteksizlik bulunuyordu. Genelde Halpin, her an vezinle meleyerek sürüyü utanca boğması beklenen entelektüel bir günah keçisiymiş gibi hor görülürdü. Tennessee’li Frayser’lar pratik insanlardı, ancak herkesin anladığı şekliyle kirli emeller taşıdıkları anlamında değil, Tanrı’nın onlara bahşettiği görev olan politikaya uygun niteliklere sahip olmayan her karakterin özelliğini kuvvetle hor görme anlamında bir pratiklikti bu.

Halpin’e haksızlık etmemek için şunu söylemek gerekir ki, tarih ve aile geleneğince Kolonilerin ozanına yakıştırılan zihinsel ve tinsel karakter özelliklerinin çoğu onda aslına sadık bir biçimde yeniden vücut bulmuşsa da, Tanrı vergisi yeteneğiyle ilahi becerisine sahip çıkışı ders alınacak nitelikteydi. İlham perisine kur yapmamayı bilmemesi bir yana, aslında Bilgelerin Katili’nin elinden kendini kurtarmak için bile doğru dürüst tek dize şiir yazamazdı. Gerçi içinde uyuyan yeteneğin ne zaman lirden nağmeler yükselteceği de bilinemezdi.

Bu arada genç adam boş gezenin boş kalfasıydı kısacası. Hemcinslerine özgü, -bunun aslında kurnazlıkla temelde aynı şey olduğunu iddia eden dik kafalı iftiracılara rağmen- herkesçe haklı olarak takdir edilen inceliğiyle aynı duyguyu taşıyanların dışındaki herkesten saklamaya özen gösterse de, hanımefendi de büyük şair merhum Myron Bayne’in gizli bir müridi olduğu için, genç adamla annesi arasında mükemmel bir muhabbet vardı. Bu bakımdan ortak suçları, aralannda bir bağ daha oluşturuyordu. Eğer gençliğinde Halpin’in annesi onu “şımarttıysa,” o da mutlaka şımartılmak için üzerine düşeni yapmıştı. Seçimlerin nasıl sonuçlanacağını umursamayan bir Güneyli ne kadar ulaşabilirse erkekliğe o kadar adım atma vakti geldiğinde, çocukluğundan beri “Katy” diye çağırdığı güzel annesiyle arasındaki bağ yıllar geçtikçe güçlenip müşfikleşmişti. Bu iki romantik ruh kendini, insanların gözüne batacak bir biçimde, ortaya çıkan görünüme hiç aldırış etmeden dışa vuruyorlardı; hayattaki bütün ilişkilerin son tahlilde içerdiği unsuru; aynı kan bağından olanların bile gücüne güç katan, onları yumuşatan, güzelleştiren cinselliğin egemenliğini. Neredeyse ayrılmaz bir ikiliydiler ve halleriyle tavırlarını gözlemleyen yabancılar tarafından oldukça sık, sevgili sanılıyorlardı.

Halpin Frayser bir gün annesinin odasınagirip onu alnından öptü, koyu siyah saçını tutan firketelerinden kurtulmuş lülelerinden biriyle bir süre oynadı. Sakinliğini korumak için çabaladığı her halinden belliydi:

“Eğer birkaç haftalığına Kaliforniya’ya gitmem gerekseydi çok üzülür müydün Katy?”

Cevabı hemen yanakları verdiği için, Katy’nin bu soruya dudaklarıyla cevap vermesine gerek kalmamıştı. Çok üzüleceği apaçıktı ve üzüntüsünü destekleyici tanıklıklarıyla gözyaşları da büyük, kahverengi gözlerini dolduruverdi.

“Sevgili oğlum,” dedi gözlerini kaldırıp yüzüne sınırsız bir şefkatle bakarak, “bunun olacağını bilmeliydim. Dün bütün bir gecenin yarısını gözyaşları içinde uykusuz geçiren ben değil miydim, çünkü diğer yansında Büyükbaba Bayne rüyama girip portresinin yanında durarak -üstelik portresi kadar genç ve yakışıklıydı da- senin aynı duvardaki portreni göstermedi mi bana? Ve ona baktığımda senin yüz hatlarını göremedim; üstünde ölülerin yüzüne örttüğümüz bez vardı. Babana anlatınca bana güldü, ama sen ve ben, bir tanem, böyle şeylerin anlamsız olmadıklarını biliyoruz. Ve bezin kenarından boğazındaki parmak izlerini gördüm; beni bağışla, ama seninle ben böyle şeyleri birbirimizden hiç saklamadık. Belki de sen bu rüyayı başka türlü yorumlarsın. Belki de bu Kaliforniya’ya gideceğin anlamına gelmiyordur ya da belki beni de yanında götürürsün.

”Rüyanın bu zekice yorumunun oğlunun daha mantıklı aklına tamamen yatmadığını itiraf etmek gerekir. Çocuğun içinde, bu rüyanın en azından şimdilik, Pasifik Sahiline yapılacak bir ziyaretten daha fazla, daha az trajik olsa da, daha basit ve acil bir felaketi haber verdiğine dair bir inanç vardı. HalpinFrayser’ın edindiği izlenim, doğduğu bu topraklarda gırtlağı sıkılarak öldürüleceğiydi.

“Şifalı kaplıcalar yok mu Kaliforniya’da?” diye devam etti Bayan Frayser, onun rüyanın gerçek yorumunu yapmasına fırsat vermeden, “şu insanların romatizmalarıyla sinir ağrılarını tedavi eden yerler? Baksana şu parmaklarım nasıl da kaskatı; uyurken bana neredeyse büyük acılar çektirdiklerinden eminim.”

Oğlunun incelemesi için ellerini uzattı. Bu vakayla ilgili teşhisi neydi ki, genç adam onu bir gülümsemeyle gizlemeyi düşündü, bu anlatıcının bunu söyleyebilmesi mümkün değil, ancak, bunlardan çok daha az katı parmakların, hissedilmesi dahi mümkün olmayan ağrıları -ancak belli eden nice parmakların- en dürüst hastalar tarafından reçetelerine yabancı yerler görmelerinin yazılmasını arzulayarak çeşitli zamanlarda tıbbi incelemeye tabi tutulmalarını istediklerini söylemeye de kendini mecbur hissediyor.

Sonuçta, aynı derecede garip görev anlayışlarına sahip bu iki tuhaf insandan birisi, müşterisinin çıkarları doğrultusunda Kaliforniya’ya gitti, diğeriyse kocasının da eğlenme fırsatı bulamaması dileğiyle evde kalmaya razı geldi.

San Francisco’dayken karanlık bir gecede, Halpin Frayser, şehrin sahil şeridi boyunca yürümekteydi ki birden, kendisini şaşırtıp altüst eden bir oldu bittiyle denizci oldu. Aslına bakılırsa, bayıltılıp alıkonularak uzaklara yelken açan çok, ama çok ihtişamlı bir gemide çalışmaya zorlandı. Talihsizlikleri bu yolculukla da son bulmadı, çünkü gemi Güney Pasifik’te bir adada karaya oturmuş ve sağ kalanlar gezgin bir ticaret uskunası tarafından ancak altı yıl sonra bulunup San Francisco’ya geri getirilmişlerdi.

Meteliksiz de olsa Frayser, kendisine artık asırlar gibi gelen yıllar öncesindekinden daha az gururlu değildi. Yabancılardan yardım kabul etmemişti ve St. Helena kasabasının yakınlarında, aynı kazadan kurtulan bir arkadaşıyla yaşayıp evdekilerden gelecek haberi ve yardımı beklerken ava çıkıp hayallere dalmıştı.

 3. Bölüm

Rüyasında, perili ormanda karşısına çıkan hortlak, tıpkı annesi gibi görünen, ama bir o kadar da annesine benzemeyen o şey, çok korkunçtu! Yüreğinde ne sevgi ne de özlem duygusu uyandırıyordu; beraberinde büyülü bir geçmişin hoş anılarını getirmiyor, hiçbir duygusallık uyandırmıyordu. Bütün güzel duygular korku içinde boğulup gitmişlerdi. Dönüp ardına bakmadan kaçmak istedi, ama bacakları kurşun gibiydi; ayaklarını yerden kaldıramıyordu. Kolları iki yanında çaresizlik içinde sallanıyordu. Kontrolünü kaybetmediği tek şey gözleriydi ve onları da, hortlağın donuk gözlerinden ayırmaya cesaret edemiyordu. Biliyordu ki o hortlak, bedensiz bir ruh değil, perili ormanı istila eden en dehşetengiz varlıklardan biriydi; ruhsuz bir beden! Boş bakışlarında ne sevgi, ne acıma ne zekâ pırıltısı vardı ne de merhamet denilebilecek herhangi bir şeyden en ufak bir eser. Nedense hukuk argosunu garip bir biçimde hatırlayarak, ‘Temyize, yapılan başvuru sahte değildir,” diye düşündü ve bu, sankibir sigara ateşi bir mezarı ateşe vermiş gibi durumu daha da korkunç bir hale getirdi.

Sanki dünyadaki herkesin, geçen yıllardan ve günahları yüzünden saçlarının beyazlamasına yetecek kadar uzun bir sürenin sonunda, yarattığı canice dehşeti doruğuna çıkarma amacına ulaşan perili orman, bütün ses ve imgeleriyle bilincinden silindi. Bir adım ötesinde dikilen hortlak, bir vahşinin akıldan yoksun kötücüllüğüyle onu ölçüp biçti, sonra da ellerini ileriye doğru uzatıp, insanın kanını donduran bir vahşetle üzerine atıldı! Bu hareket, iradesinin zincirlerini çözmese de fiziksel güçlerinin serbest kalmasını sağladı; aklı hâla efsunluydu, ama güçlü bedeniyle çevik kolları ve bacakları, kendilerine ait akılsız, kör bir irade kazanmış, sağlam ve başarılı bir direnç gösteriyordu. Bir an için, bu ölü ile nefes alan mekanizma arasındaki bu anormal mücadeleyi, sadece dışarıdan bir izleyici olarak takip ediyormuş gibi seyretti; böyle şeyler ancak rüyalarda olur. Sonra, sanki atlayıp tekrar bedeninin içine girmişçesine benliğinin kontrolünü yeniden eline geçirdi, güç bela direnen ruhsuz bedeni, karşısındaki korkunç rakibi kadar tetikteydi ve birden ipleri elinde tutan şiddetli bir iradeye kavuştu.

Ama hangi ölümlü, rüyasındaki yaratıkla başa çıkabilir ki? Düşmanı yaratan hayal gücü baştan mağluptur, mücadelenin sonucu mücadelenin nedenidir. Bütün çırpınmalarına, boşa gittiğini hissettiği bütün çabalarına ve dayanıklılığına rağmen buz kesmiş parmakların boğazına yaklaştığını hissediyordu. Sırtı yere geldiğinde, tepesinde, uzansa dokunabileceği mesafede ölü ve gergin bir surat gördü ve sonra her şey karanlıklara gömüldü. Sanki uzaklarda çalınan davullara benzeyen bir ses, akın akın gelip üşüşen mırıltılar, hepsine susmaları için işaret veren tiz, uzaklardan gelen bir çığlık ve Halpin Frayser, rüyasında öldüğünü gördü.

4. Bölüm

Ilık, berrak bir geceyi, her tarafı kaplayan sisli bir sabah izlemişti. Bir önceki gün, akşam üstüne doğru hafif buğulu bir esintinin, atmosferdeki bir parça yoğunlaşmanın, hafif bir bulutlanmanın, St. Helena Dağı’nın batı yamacında, doruğunun kıraç çevresinde asılı durduğu gözlemlenebilirdi. Öylesine ince, öylesine şeffaf, öylesine gerçek sanılan bir rüya gibiydi ki, insanın, “Çabuk bak! Hemen kaybolacak,” diyesi gelebilirdi.

Bu sis, bir anda gözle görülür ölçüde büyüyüp yoğunlaşmıştı. Bir ucuyla dağa tutunurken diğeriyle de aşağılarda bayırların üzerini kaplayan hava tabakasına giderek daha çok yayılıyor, aynı zamanda hem kuzeye hem de güneye doğru genişliyor, dağın hep aynı yerinden çıkıyormuşa benzeyen ve emilmeyi amaçlayan sis öbekçikleriyle birleşiyordu. Böylece, dağın zirvesi vadiden görünmez oldu; vadinin üstü de her tarafa uzanan, opak, gri bir gökyüzüyle kaplanana kadar büyüdükçe büyüdü. Vadinin başlangıcında, dağın eteklerindeki Calistoga’da yıldızsız bir gece ve güneşsiz bir gündüz vardı. Vadiye çöken sis, on kilometre ötedeki St. Helena kasabasının atmosferini kirletene kadar yoldaki çiftlikleri tek tek yutarak güneye kadar uzanmıştı. Yoldaki tozlar yere çökmüş; ağaçlar rutubetten ıslanmıştı; kuşlar yuvalarında sessizce büzülmüş oturuyorlardı; solgun berbat bir güneş ışığı ne sıcaktı ne de renkli.

İki adam, St. Helena kasabasını, şafağın ilk ışığıyla terk edip vadiden kuzeye doğru çıkarak Calistoga’ya giden yol boyunca yürüdüler. Omuzlarında silah taşıyor olsalar da, böyle işlerden anlayan hiç kimse onları kuş ya da başka hayvan peşindeki avcılar sanmazdı. Adları sırasıyla Holker ve Jaralson olan Napa’lı bir şerif yardımcısı ile San Francisco’lu bir dedektif. İşleri insan avlamaktı.

“Ne kadar kaldı?” diye sordu Holker, ikisi yan yana hızlı adımlarla yürüyüp ayakları yolun nemli yüzeyinin altındaki beyaz tozu kaldırırken.

“Beyaz Kilise’ye mi? Sadece yarım mil var,” diye cevap verdi diğeri. “Bu arada,” diye ekledi, “artık orası ne beyaz renk ne de kilise. Sadece eskilikten ve bakımsızlıktan grileşmiş, terk edilmiş bir okul. Eskiden, beyazken, dini törenler yapılırmış… bir de şairlerin bayılacağı türden bir mezarlığı var. Seni neden ‘silahını kap gel’ diye çağırdığımı tahmin edebildin mi?”

“Bilirsin, bu tip şeylerle canını sıkmam hiç. Zamanı geldiğinde yeterince dilin açılır, ama kafadan bir tahmin sallamamı istersen, ‘mezarlıktaki cesetlerden birini tutuklamamı istiyorsun herhalde’ derim.”

“Branscom’u hatırlıyor musun?” dedi Jaralson, yol arkadaşının yaptığı espriye hak
ettiği ilgisizliği göstererek.

“Karısının gırtlağını kesen adamı mı? Bilmez miyim? Bir hafta kaybettim onun uğruna, masraflarım da cabası. Başına beş yüz dolarlık ödül konmuştu, ama hiçbirimiz izine rastlayamadık. Yani demek istediğin…”

“Aynen öyle. Bütün bu zamandır burnunuzun dibindeydi. Geceleri Beyaz Kilise’nin oradaki eski mezarlığa geliyor.”

“Vay canına! Karısını oraya gömmüşlerdi.”

“Eeee, bir gün kadının mezarına döneceğinden şüphelenecek kadar sağduyu sahibi
olabilirdiniz.”

“İnsanların döneceğini umduğu en son yere.”

“Zaten her yeri arayıp bitirmiştiniz. Oralarda başarılı olamadığınızı duyunca, ben de
burada pusuya yattım.”

“Ve buldun ha?”

“Lanet olsun! O BENİ buldu. Serseri kokumu almış -beni bir güzel yakalayıp, kovaladı. Tanrı’ya şükür ki işimi bitirmeye yeltenmedi. Adam çok iyi, ama eğer paraya ihtiyacın varsa o ödülün yarısı da bana yeter.”

Holker neşeyle gülüp borçlandığı kişilerin her zamankinden daha ısrarcı olduklarını
açıkladı.

“Sana sadece yeri göstermek istiyorum, sonra beraber bir plan yapanz,” dedi dedektif. “Gündüzleri bile silahlı olsak iyi olur.”

“Adam kaçık olmalı,” dedi şerif yardımcısı.

“Ödül, yakalanıp hüküm giymesi durumunda verilecek. Eğer deliyse hüküm giymez.”

Adaletin yerini bulmama olasılığı Bay Holker’ı o kadar derinden etkiledi ki yolun ortasında kalakaldı, sonra sönmüş bir şevkle yürümeyi sürdürdü.

“Öyle görünüyor,” diye onayladı Jaralson. “İtiraf etmeliyim ki dilencilerin eski ve onurlu tarikatına mensup olmayan, gördüğüm en traşsız, en dağılmış, en derbeder serseri, ama hoşlandım ondan, bırakıp gitsem mi karar veremiyorum. Ne olursa olsun bu şerefli bir İş. Ay Dağları’nın bu yanında olduğunu bizden başka bilen yok.”

‘Tamam o zaman,” dedi Holker, “gidip çevreyi bir kolaçan ederiz.” Ardından bir zamanlar mezar taşlarının favori yazıtlarından olan şu lafları ekledi: “’kısa bir süre uzanırsın orada’ yani eğer yaşlı Branscom senden ve davetsiz misafirliğinden sıkılırsa. Bu arada, geçen gün Branscom gerçek adı değilmiş diye duydum.”

“Neymiş gerçek adı?”

“Hatırlayamıyorum. Serseriye bütün ilgimi kaybettiğim için aklımda kalmadı; Pardee gibi bir şeydi. Boğazını kesme zevksizliğini gösterdiği kadın, onunla tanıştığında dulmuş. Kaliforniya’ya bazı akrabalarını aramak için gelmiş, arada bir böylelerine de rastlanıyor. Ama sen zaten bunları biliyorsun.”

“Doğal olarak.”

“Ama asıl adını bilmeden, hangi talihli önseziyle mezarı buldun? Gerçek adını söyleyen adam, mezar taşına da aynı isim yazıldı diyordu.”

“Hangisinin yazıldığım bilmiyorum.” Jaralson, planın bu kadar önemli bir noktasını es geçmekteki dikkatsizliğini itiraf etmekte belli ki tereddüt ediyordu. “Genel mekânı gözledim. Bu sabahki işin bir parçası da o mezarı belirlemek. İşte Beyaz Kilise.”

Epeyce bir süre yolun iki yanında uzanan tarlalardan geçmişlerdi, ama şimdi sol tarafta, sisten ötürü sadece alt kısımlarının, onların da ancak bulanık ve buğulu bir şekilde görülebildiği meşelerden, kocayemişlerden ve devasa ladinlerden oluşan bir orman vardı. Bitki örtüsü sıkıydı, ama hiçbir yeri aşılamaz değildi. Holker uzun bir süre binayı göremedi, ama ormanlık alana girdiklerinde, devasa ve uzaklarda gibi görünen, sisin içinde donuk, gri çizgileri belirdi. Birkaç adım sonra az ilerilerinde, apaçık, rutubetten kapkara ve pek de heybetli olmayan cüssesiyle karşılarında duruyordu. Sıradan bir taşra okulu yapısına sahipti; taştan zemini, yosun tutmuş çatısı, camlarıyla çerçeveleri uzun zaman önce dökülmüş pencere boşluklarıyla üst üste kutular tarzı mimari bir akımın bir örneğiydi. Harap olmuştu, ama harabe değildi; yurtdışında turistik rehberlerde yazan “geçmişin anıtları” türünden, Kaliforniya’ya özgü tipik bir örnekti. Bu ilginç olmayan yapıya, göz ucuyla şöyle bir bakan Jaralson, hemen önündeki, sular damlayan bitki örtüsüne daldı.

“Sana beni nerde yakaladığını göstereyim,” dedi. “İşte burası mezarlık.”

Çalıların arasında orada burada, içlerinde sayılan bazen biri geçmeyen mezarların bulunduğu çitle çevrili yerler vardı. Başlarıyla ayak uçlanndaki akla gelebilecek her açıyla bükülmüş, kimisi yere kapaklanıp rengi atmış taşlar ve çürüyen tahtalardan; kendilerini çevreleyen yıkık dökük kazık çitlerden; ender olarak da düşmüş yaprakların arasından üstünde çakıllar görülen tümsekten mezar oldukları anlaşılıyordu. Çoğu kereler, arkada “gözü yaşlı büyük bir arkadaş çevresini” bir başına bırakmış ve karşılığında da bir başına kalmış, zavallı ölümlülerin nerede yattıklarına dair, topraktaki bir çöküntüden başka hiçbir iz bulunmamaktaydı. Patikalar, eğer eskiden varsa bile, uzun zaman önce yok olmuştu; mezarlarda yetişmelerine izin verilmiş kocaman ağaçların kökleri ve dalları, mezarı çevreleyen çitler tarafından yana ittirilmişti. Her yer unutulmuş ölüler köyünden başka hiçbir yere daha uygun, daha anlamlı gelmeyen bir terk edilmişlik ve çürümüşlük havasıyla kaplıydı.

Jaralson’un önderliğinde iki adam, körpe ağaçlann arasından ite ite kendilerine yol açarken, bu girişimci aniden durup çiftesini göğsüne doğru kaldırdı, kısık sesle uyarmak için mırıldandı ve gözlerini uzaktaki bir şeye dikip kımıldamadan durdu. Görüş açısı çalılarla kapanan yol arkadaşı ise hiçbir şey göremiyor olmasına rağmen elinden geldiğince bu duruşu taklit edip, takip edebileceği olaylara karşı tetikte durdu. Bir an sonra Jaralson, temkinle ilerledi, diğeri de onu izledi.

Kocaman bir ladinin dallarının altında birinin ölü bedeni yatıyordu. Başında sessizce durup, göze ilk çarpan ayrıntılara dikkatle baktılar; yüzüne, duruşuna, kıyafetine, acıma dolu bir merakın dile getirilmeyen sorularını çabucak, doğrudan en çok ne açıklayabiliyorsa ona.

Bedeni, bacakları birbirinden ayrık, sır tüstü uzanmıştı. Kolların biri yukarı, diğeri yana düşmüştü; ama İkincisi dar bir açıyla bükülmüştü ve eli boğazının yakınında duruyordu. Her iki eli de sımsıkı kenetlenmişti. Bütün duruşu, canla başla, ama etkisiz kalan bir direnişe işaret ediyordu; ama neye?

Yakınında, yerde, bir çifte ile kumaşının deliklerinden avlanmış kuşların tüylerinin göründüğü bir torba uzanıyordu. Her taraf şiddetli bir boğuşmanın kanıtlarıyla doluydu; zehirli sumak tomurcukları kırılmış, yaprakları dökülüp kabukları soyulmuştu; çürümekte olan yapraklar bacaklarının her iki yanında yığınlar ve tümsekler oluşturuyordu; ayrıca bu iki bacaktakinden başka ayaklarla itlirildiği belli olan yapraklar toplanmıştı; kalçasının yanında dizinin bıraktığı su götürmeyen izler vardı.

Ölü adamın boğazıyla yüzü, bir boğuşmanın yaşandığını apaçık ortaya koyuyordu: Göğüslerle eller beyazken, bunlar morarmıştı; neredeyse siyaha kaçan bir mor. Omuzlar alçak bir tümseğin üzerinde uzanıyordu ve kafa, geriye doğru normalde imkânsız olan bir açıyla dönmüştü, faltaşı gibi açılmış gözler, ayakların tersi yönde boş boş bakıyorlardı. İçi köpüklerle dolu açık ağzının içinden siyah, şişmiş dili fırlamıştı. Boğazın üstünde korkunç yaralar vardı; sadece parmağın izleri değildi. Direnecek gücü kalmayan ete kendilerini gömüp, korkunç kavrayışlarını ölümden sonra uzun bir süre daha muhafaza eden İki güçlü elin açtığı yaralarla yırtılmalar da. Göğüs, boyun ve surat, ıslaktı; giysiler sırılsıklamdı; saçıyla sakalı, sisin yoğunlaşıp oluşturduğu su damlalarıyla doluydu. İki adam, bütün bunları tek kelime etmeden, nerdeyse bir bakışta fark ettiler. Sonra Holker şöyle dedi:

“Zavallı herifin canına okumuşlar.”

Jaralson, iki eliyle birden tuttuğu horozu çekik tüfeğiyle parmağı tetikte, ormana ihtiyatla bakıyordu.

“Bir manyağın işi,” dedi, etraflarını çevreleyen ağaçlardan gözlerini ayırmadan. “Bunu yapan Branscom-Pardee.”

Toprağın üstündeki dağınık yaprakların altında yarı saklı duran bir şey Holker’in dikkatini çekti. Bu, kırmızı deri bir cüzdandı. Yerden alıp açtı. İçinde not almak için kullanılmak üzere beyaz yapraklı bir defteri vardı ve ilk yaprağın üstünde “Halpin Frayser” yazılıydı. Bunu takip eden birkaç sayfanın üzerinde kırmızıyla yazılmış, sanki telaş içindeymiş gibi karalanmış olduğundan neredeyse okunamayan, aşağıdaki satırlar yer almaktaydı. Arkadaşı, dar dünyalarının loş grilikteki sınırlarını gözleriyle tarayıp, ağırlaşmış dallardan düşen her su damlasında evham verici bir şeyler bulurken, Holker yüksek sesle okudu:

“Durdum, garip bir büyünün etkisi altında

Efsunlu bir ormanın loş aydınlığında

Şu selvinin dalları mersininkine dolanmış

Uğursuz bir ittifak yaptıkları anlamında

“Karamsar söğüt fısıldadı porsuk ağacına

Dibinde güzelavratotu ve sedefotuna

Herdem tazelerin kendi ördükleri tuhaf

Kasvetle büyüyor tiksinç ısırganotları boyuna

“Ne bir kuş sesi ne de bir arı vızıltısı

Ne de havanın yaprakları kaldıran esintisi

Her yanda hava durgun ve Sessizlik

Ağaçların arasında soluyan bir yaşam kırıntısı

“Fesat ruhlar fisıldaşıyor karanlıkta

Pek duyulmuyor telaşsız fısıltıları mezarlıkta

Bütün ağaçlar kandan sırılsıklam; yapraklar

Parıldıyor al buğularla büyülü ışıkta

“Haykırdım! Bozulmadı büyü yine de

Etkisi altında ruhum, irademle birlikte

Ruhsuz, yüreksiz, ümitsiz ve tek başıma

Boğuştum şeytani bir şeyin zalimliğiyle ben de

“En sonunda görünmeyen… ”

Holker okumayı bıraktı, okuyacak bir şey kalmamıştı çünkü. Yazı, satırın ortasında kesiliyordu.

“Bayne gibi geliyor kulağa,” dedi kendi çapında eğitimli bir adam olan Jaralson. İhtiyatı elden bırakmış, yerdeki cesede bakıyordu tepesinde dikilerek.

“Kim bu Bayne?” diye sordu Holker öylesine.

“Myron Bayne, ülkenin kurulduğu yıllarda, neredeyse yüzyıl önce ün kazanmış biri. Oldukça kederli şeyler yazardı; bende toplu eserleri var. Bu şiir aralarında yok, ama herhalde yanlışlıkla unutulmuş.”

“Hava soğudu,” dedi Holker, “gidelim buradan, Napa’dan bir soruşturma görevlisi çağırmalıyız.”

Jaralson bir şey söylemeden onayladı. Ölü adamın başıyla omuzlarının altındaki küçük toprak yükseltisinin kenarından geçerken ayağı, çürüyen yaprakların altındaki sert bir nesneye çarpınca zahmet edip bu nesneyi görülebilecek bir yere itti. Bu, tahtadan, devrilmiş bir mezartaşıydı ve üzerinde, zar zor okunabilen kelimelerle “Catherine Larue” yazıyordu.

“Larue, Larue!” diye haykırdı Holker ani bir heyecanla. “İşte Branscom’un gerçek adı bu; Pardee değil. Oh be! Bak nasıl da aklıma geliyor her şey, öldürülen kadının adı da Frayser’mış eskiden!”

“Bu işte yaramaz bir sır gizli,” dedi Dedektif Jaralson. “Nefret ederim böyle şeylerden.”

Sonra sislerin arasından, sanki çok uzaklardan gelen, içinde geceleri uluyan bir sırtlanınkinden daha fazla neşe barındırmayan, kısık, kasıtlı, ruhsuz bir kahkaha çalındı kulaklarına; ta ki dar görüş açılarının hemen sınırındaymış gibi gelene dek adım adım usulcana yükselen, netleşen, gittikçe daha belirginleşip, insanın yüreğine daha büyük korku salan bir kahkaha; bu zorlu insan avcılarını bile tarifi mümkün olmayan bir dehşetle doldurmaya yetecek kadar anormal, insanlıktan uzak, şeytani bir kahkaha! Silahlarını kıpırdatmak akıllarına bile gelmedi; o korkunç sesin yarattığı tehdit, silahlarla başa çıkılabilecek türden değildi. Neredeyse kulaklarının dibinde hissettikleri haykırış, doruk noktasına ulaştıktan sonra ormanın derinliklerine çekildi, ta ki neşesiz ve mekanik bir biçimde teker teker sönen notaları ölçüsüz bir sessizliğe gömülene dek.

AMBROSE BIERCE

SON

hikaye, hikaye oku, hikayeler, hikaye örnekleri, dehşet, dehşet hikayeleri, korku, korku hikayeleri, korkunç hikayeler, ambrose bierce hikayeleri, ambrose bierce, ambrose bierce biyografi, mezar, dehşet, ölü, ceset, katil, korku öyküleri, dehşet öyküleri,

Bir cevap yazın