You are currently viewing Gizemli Bir Hikaye; “Duvarın Ardında”
Dehşet Hikayeleri
  • Post comments:0 Yorum

Gizemli Bir Hikaye; “Duvarın Ardında”

Dehşet Hikayeleri

Gizemli Bir Hikaye; Uzun yıllar önce, Hong Kong’dan New York’a giderken, San Fransisco’da bir hafta geçirdim. O şehre en son geldiğimden bu yana uzun zaman geçmişti ve bu zaman zarfında Doğudaki maceralarım umduğumdan daha iyi gelişmişti,- zengindim ve hâlâ yaşayan ve beni eski muhabbetlerimle hatırlayan gençlik dostlarım gibi kişilerle arkadaşlığımı yenileyebilmek için ülkemi yeniden ziyaret etmeyi göze alabilirdim. Bunlardan en önemlisi, umuyordum ki, erkekler arasındaki bütün yazışmaların başına geldiği şekilde, uzun zaman önce sona eren düzensiz bir mektuplaşmayı sürdürmüş olduğum eski bir okul arkadaşım, Mohun Dampierdi. Sadece sohbet türü bir mektup yazmaya isteksizliğin sizinle yazdığınız kişi arasındaki uzaklığın karesiyle orantılı olduğunu gözlemlemiş olabilirsiniz. Bu bir yasadır.

Dampier’i akademik zevklere sahip, çalışmaya karşı tiksinti duyan, servet de dahil dünyanın önem verdiği şeylerin çoğuna karşı belirgin bir kayıtsızlığı olan yakışıklı, kuvvetli bir genç adam olarak hatırlıyordum,- ancak, kendisini isteğin ulaşabileceği yerlerden uzaklaştırmaya yetecek kadar bir servet miras kalmıştı ona. Ülkenin en eski ve en aristokratlarından olan ailesinde, sanırım, içinden tek bir üyenin bile ticarete veya siyasete atılmamış olması, ya da herhangi bir üstünlüğe maruz kalmamış olmak bir gurur meselesiydi. Mohun bir parça duygusaldı ve içinde, normal zihin sağlığı kendisini fantastik ve tehlikeli inançlara karşı koruduğu halde, onu her gizemli araştırmanın içine sürükleyen bir batıl inanç unsuru vardı. Bizim kesinlik demekten zevk aldığımız kısmen araştırılmış ve haritalanmış bölgenin içindeki yerleşikliğiyle ilgisini kesmeden gerçek olmayanların diyarına cüretkâr saldırılarda bulunurdu.

Onu ziyaret ettiğim gece fırtınalıydı. Kaliforniya kışı gelmişti ve aralıksız yağmur terk edilmiş sokakları dövüyor ya da rüzgârın düzensiz esişiyle evlere inanılmaz bir öfkeyle savuruluyordu. Taksi şoförüm hiç de ufak sayılmayacak bir zorlukla okyanus kumsalına açılan az nüfuslu bir banliyödeki doğru yeri buldu. Oldukça çirkin olan konut görünüşe göre, kasvetli karanlıkta seçebildiğim kadarıyla, çiçekten veya çimenden mahrum olan arazisinin tam ortasındaydı. Fırtınanın işkencesi altında kıvranan ve inleyen üç ya da dört ağaç kasvetli ortamlarından kaçmaya ve denizde daha iyi bir ortam bulma şansını göze almaya çalışır gibi görünüyorlardı. Ev, bir köşesinde kendisinden bir kat yüksek bir kulesi bulunan, iki katlı tuğla bir yapıydı. Sadece bir penceresinde ışık görülüyordu. Mekanın görünüşündeki bir şey ürpermeme yol açtı, bu harekete korunma amacıyla kapı eşiğine seğirtirken sırtımdan içeri giren bir yağmur deresi de yardımcı olmuş olabilirdi.

Ona uğrama isteğimi belirtir nota karşılık olarak, Dampier “Zili çalma … kapıyı aç ve yukarı çık,” yazmıştı. Ben de öyle yaptım. Merdivenler ikinci katın başındaki tek bir gaz lambasının aleviyle loş bir şekilde aydınlatılmıştı. Sahanlığa kazasız belasız ulaşmayı başardım ve açık bir kapıdan kulenin aydınlık ve kare şeklindeki odasına girdim. Dampier beni içeri almak için robdöşambır ve terliklerle öne çıktı, beklediğim karşılamayı gerçekleştirdi ve eğer beni ön kapıda karşılamasının daha uygun olacağı şeklinde bir düşüncem vardıysa bile, ona ilk bakışım konuksever olmadığı şeklindeki herhangi bir duyguyu ortadan kaldırdı.

Eskisi gibi değildi. Orta yaşı pek geçmemiş olduğu halde, saçları kırlaşmış ve belirgin bir kambur edinmişti. Yapısı ince ve açılıydı, yüzü derin çizgilere bürünmüştü, cildi ölü beyazlığındaydı, bir lokma bile renk yoktu. Doğal olmayan irilikteki gözleri neredeyse tekinsiz bir ateşle parıldıyordu.

Beni oturttu, bir puro ikram etti ve ciddi, açık bir içtenlikle benimle karşılaşmanın onda uyandırdığı zevk konusunda güvence verdi. Bunu önemsiz konuşmalar izledi, ama bütün bu zaman zarfında içime ondaki büyük değişiklikten dolayı melankolik bir duygu dolmuştu. Bunun farkına varmış olmalıydı, çünkü aniden yeterince aydınlık bir gülümsemeyle, “Seni hayal kırıklığına uğrattım.. . non sum qualis eram,” dedi.

Ne cevap vereceğimi bilmiyordum, ama, “Şey, aslında, bilemiyorum: Latineen neredeyse aynı,” demeyi becerdim.

Yeniden neşelendi. “Hayır,” dedi, “ölü bir dil olduğu için, uygunluk içinde büyümekte. Ama lütfen biraz bekleme sabrını göster: gittiğim yerde belki daha iyi bir dil vardır. O dilde bir mesaj almaya ne dersin?”

Konuşurken gülümsemesi soldu ve sözlerini bitirdiğinde, bana keder veren bir ciddiyetle gözlerime baktı. Yine de kendimi onun ruh haline kaptırmayacak, onun ölüm öngörüsünün beni ne kadar derinden etkilediğini görmesine izin vermeyecektim.

“Umarım ki,” dedim, “insan lisanı ihtiyaçlarımıza hizmet etmeyi bırakmadan önce uzun bir zaman geçer ve o zaman ihtiyaç da, bütün hizmet olanaklarıyla birlikte, ortadan kalkmış olur.”

Yanıt vermedi ve ben de fazla sessizdim, çünkü konuşma keyifsiz bir yön almıştı, yine de ona nasıl daha uyuşulabilir bir karakter verebileceğimi bilmiyordum. Aniden, fırtınanın bir duraklamasında, ölüm sessizliği daha önceki şamataya tezat olarak neredeyse ürkütücü bir hal almışken, iskemlemin arkasındaki duvardan gelir gibi görünen yumuşak bir vuruş sesi duydum. Ses bir insan eli tarafından çıkartılmış gibiydi, içeri girmek için kapıya vurma şeklinde değil de, bana göre, üzerinde anlaşılmış, yan odada birinin var olduğunu belirten bir işaretti sanki,- sanırım çoğumuzun hatırlamaya zahmet bile etmeyeceğimiz kadar çok defa böyle iletişimlerde deneyimi olmuştur. Dampier’e baktım. Eğer mümkünse, bakışlarında bunun farkına varmadığı şekilde bir zevk vardı. Benim varlığımı unutmuş görünüyordu ve gözlerinde, o ana ait anılarım o zamanki duygularım kadar canlı olduğu halde, adlandıramadığım bir ifadeyle arkamdaki duvara bakıyordu. Durum utanç vericiydi,- gitmek için ayağa kalktım. Bu hareketle, kendini toplamış gibi göründü.

“Lütfen otur,” dedi, “önemli değil … orada kimse yok.”

Ama vuruş tekrarlandı, bir öncekiyle aynı yumuşak, yavaş ısrarla. “Beni mazur gör,” dedim, “geç oldu. Yarın uğrayabilir miyim?”

Gülümsedi… biraz mekanik şekilde, diye düşündüm. “Çok incesin,” dedi, “ama bu oldukça gereksiz. Aslında, bu kuledeki tek oda ve orada kimse yok. En azından…” Cümlesini yarım bıraktı, ayağa kalktı ve bir pencereyi yukarı çekti, sesin gelmekte olduğu duvardaki tek açıklıktı bu.

Başka ne yapmam gerektiğini açık olarak bilmeden onu pencereye kadar izledim ve dışarı baktım. Biraz uzaktaki bir sokak lambası yeniden sel gibi başlamış olan yağmurun kasveti içinde, orada kimse yok’ cümlesinin doğruluğunu oldukça açık ortaya koymaya yeter derecede ışık veriyordu. Gerçekte orada kulenin tamamen boş duvarından başka hiçbir şey yoktu.

Dampier pencereyi kapadı ve iskemleme geri dönmemi işaret ederek kendi iskemlesine oturdu.

Olay kendi içinde gizemli değildi,- bir düzine açıklamadan herhangi biri olasıydı (hiçbiri aklıma gelmemişti ama), yine de bende daha tuhaf bir izlenim uyandıran belki de arkadaşımın olaya belirli bir anlam ve önem vermeye benzeyen beni ikna etme çabası oldu. Orada kimse olmadığını kanıtlamıştı, ama bütün gizem bu gerçeğin içinde yatıyordu ve hiçbir açıklama getirmemişti. Sessizliği huzursuz ediciydi ve beni gücendirdi.

“Sevgili dostum,” dedim, korkarım biraz da alaycı bir ses tonuyla, “zevkine uygun ve arkadaşlık kavramlarınla uyumlu bulduğun kadar çok hayalet barındırma hakkını sorgulamaya niyetim yok,- beni hiç ilgilendirmez. Ama basit bir eylem adamı, hem de çoğunlukla bu dünyaya ait bir adam olduğum için, hayaletleri huzurum ve rahatım için gereksiz buluyorum. Ben dostlarımın ve konuklarımın hâlâ kanlı canlı oldukları otelime geri dönüyorum.”

Çok kibar bir konuşma değildi, ama buna yönelik hiçbir tepki göstermedi. “Lütfen kal,” dedi. “Buradaki varlığına müteşekkirim. Bu gece duymuş olduğun şeyi kendimin de daha önce iki kere duymuş olduğuma inanıyorum. Şimdi bunların bir yanılsama olmadığını biliyorum. Bu benim için çok önemli… anlayabileceğinden çok. Yeni bir puro yak ve ben sana öyküyü anlatırken sabırlı ol.”

Yağmur şimdi, rüzgâr yükselip alçalırken ağaç dallarının ani çarpmalarıyla kesilen yavaş, tekdüze bir hışırtıyla daha düzenli yağıyordu. Gece oldukça ilerlemişti, ama hem sempati hem de merak, beni dostumun başından sonuna kadar tek bir kelimeyle bölmediğim monologuna karşı istekli bir dinleyici yaptı.

“On yıl önce,” dedi, “kasabanın öteki ucunda, Rincon Hill dediğimiz yerde, hepsi birbirinin aynı olan bir sıra evden birinde, bir zemin katını işgal ediyordum. Burası Şikago’nun en iyi semtiydi, ama kısmen yerel mimarisinin ilkel karakterinin artık varlıklı vatandaşlarımızın zevkine hitap edememesinden, kısmen de belirli toplumsal ilerlemelerin burayı bir harabe haline getirmesinden dolayı, ihmale ve çürümeye bırakılmıştı. İçlerinden birinde yaşadığım konut sırası caddeden biraz geride bulunuyordu, her bir konutun komşularından alçak demir çitlerle ayrılmış ve bahçe kapısından ev kapısına kadar tahtayla çevrili çakıldan bir yolla bölünmüş minyatür birer bahçesi vardı.

“Bir sabah dairemden çıkarken, sol taraftaki bitişik bahçeye genç bir kızın girdiği gözüme çarptı. Sıcak bir Haziran günüydü ve kız hafif, beyaz bir giysi giymişti. Omuzlarına çiçeklerle cömertçe süslenmiş ve zamanın modasına uygun olarak harika bir şekilde kurdelelenmiş geniş bir hasır şapka sarkıyordu. İlgim giysisinin zarif sadeliği tarafından uzun süre meşgul edilmedi, çünkü hiç kimse kızın yüzüne bakıp, dünyevi bir şeyler düşünmeyi beceremezdi. Korkma,- betimleyerek ona saygısızlık etmeyeceğim,- inanılmaz derecede güzeldi. Güzellik üzerine görmüş veya hayal etmiş olduğum her şey İlahi Ressam’ın elinden çıkmış olan o eşsiz canlı resimdeydi. Öylesine derinden etkiledi ki beni, hareketimin uygunsuzluğunu bir kere bile düşünmeden, bilinçsizce şapkamı çıkarttım,- tıpkı dindar bir Katoliğin veya iyi yetiştirilmiş bir Protestanın Kutsal Bakirenin resmi önünde şapkasını çıkaracağı şekilde. Genç kız hoşnutsuzluk göstermedi,- sadece muhteşem kara gözlerini nefesimi tutmama neden olan bir bakışla bana çevirdi ve hareketime karşı başka tepki göstermeden eve girdi. Bir an için kıpırtısız kalakaldım, şapka elimde, acı verici bir şekilde kabalığımın bilincinde, ama yine de o kıyaslanamaz güzellik görüntüsünün esinlediği duyguyla öylesine dolu bir haldeydim ki, pişmanlığım olması gerekenden çok daha hafifti.

Sonra kalbimi geride bırakarak, yoluma devam ettim. Olayların doğal akışında muhtemelen gece olana kadar dışarıda kalırdım, ama öğleden sonra geçmeden daha önce hiç dikkatimi çekmemiş olan birkaç aptal çiçeğe ilgi geliştirmiş halde ufak bahçeye geri dönmüştüm. Umudum beyhudeydi,- kız görünmedi.

“Huzursuz bir geceyi bir beklenti ve hayal kırıklığı günü izledi, ama sonraki gün, civarda amaçsızca dolanırken, ona rastladım. Elbette şapkamı çıkartma hatasını tekrarlamadım, ama onda bir ilgi uyandıracak kadar uzun süre bakma cesaretinde de bulunamadım,- ancak kalbim duyulabilir şekilde atıyordu. İri, siyah gözlerini küstahlık veya koketlikten tamamen uzak, belirgin bir tanışıklıkla bana çevirince titredim ve kızardığımın farkına vardım.

“Seni ayrıntılarla sıkmayacağım,- bunun ardından bir çok kere genç kızla karşılaştım, ama hiçbir zaman ne ona hitap ettim ne de ilgisini çekmeye çalıştım. Ne de onunla tanışmak için herhangi bir girişimde bulundum. Belki de kendini inkar için insanüstü bir çaba gerektiren sabrım sana tam anlamıyla açık olmayacaktır. Sırılsıklam aşık olduğum doğru, ama kim düşünme alışkanlığının üstesinden gelebilir veya karakterini yeniden inşa edebilir?

“Bazı aptal kişilerin demeyi sevdiği ve daha aptal başkalarının kendilerine denilmesinden hoşlandığı şeydim: bir aristokrat ve güzelliğine, çekiciliğine ve zerafetine rağmen, kız benim sınıfımdan değildi. Adını — ki burada bahsetmek gereksiz— ve ailesi hakkında bir şeyler öğrenmiştim. Bir yetim, pansiyonunda kaldığı inanılmaz derecede yaşlı, şişman bir kadının bağımlı yeğeniydi. Gelirim azdı ve evlenme yetisine sahip değildim,- bu belki de bir lütuftur. O aileyle akrabalık beni kendi yaşam tarzına mahkum eder, beni kitaplarımdan ve çalışmalarımdan ayırır ve sosyal bakımdan mevkimi düşürürdü. Bunlar gibi düşüncelere karşı koymak kolaydır ve kendimi savunmadım. Bırak yargı benim karşımda dursun, ama katı bir adalet birkaç nesil boyunca bütün atalarımı da diğer davalılar olarak kabul etsin ve ben de kaçınılmaz kalıtımım yüzünden cezamın hafifletilmesi için yalvarayım. Böyle kendime uygunsuz biriyle evlenmeme atalarımın kanının her yuvarı karşı çıkıyordu. Kısacası, zevklerim, alışkanlıklarım, içgüdülerim, aşkımın bende bıraktığı bir parçacık mantıkla… hepsi buna karşı savaşıyordu. Dahası, ben iflah olmaz bir duygusaldım ve tanışıklığın bayağılaştıracağı ve evliliğin kesinlikle yok edeceği kişisel olmayan ve ruhsal bir ilişkide ince bir çekicilik buluyordum. Hiçbir kadın, diye mantık yürütüyordum, bu güzel yaratığın göründüğü gibi olamaz. Aşk harika bir düştür,- neden kendi kendimi uyandırayım?

“Bütün bu mantık ve duygusallığın belirlediği yol açıktı. Onur, gurur, sağgörü, ideallerimin korunması… hepsi birden uzaklaşmamı emrediyorlardı, ama bunun için fazlasıyla zayıftım. Aşırı bir iradeyle gerçekleştirebileceğimin en fazlası kızla buluşmayı bırakmaktı ve bunu da yaptım. Dairemden ancak onun müzik derslerine gittiğini bildiğim zamanlarda ayrılarak ve gece çöktükten sonra dönerek bahçede karşılaşma olasılığından bile kaçındım. Yine de sürekli olarak transta gibiydim, en büyüleyici fantezilere boyun eğiyor ve tüm entellektüel yaşamımı düşüme uygun olarak ayarlıyordum. Ah, dostum, hareketlerinin mantıkla izlenebilir bir ilişkisi bulunan birisi olarak, içinde yaşadığım hayali mutluluğu anlayamazsın.

“Bir gece şeytan aklıma sözü edilmeyecek bir ahmak olmayı soktu. Kesin olarak dikkatsizce ve amaçsızca bir sorgulamadan sonra, dedikoducu ev sahibemden genç kadının yatak odasının benimkine bitişik olduğunu, aynı duvarı paylaştığımızı öğrendim. Ani ve düşüncesiz bir dürtüyle hafifçe duvara vurdum. Doğal olarak yanıt gelmedi, ama ben başarısızlığı kabul edebilecek durumda değildim. Üzerime bir delilik gelmişti ve çılgınlığı, terbiyesizliği tekrarladım, ama yine yararı olmadan ve sonunda vazgeçme nezaketini gösterdim.

“Bir saat sonra, cehennemi çalışmalarımdan birine gömülmüşken, sinyalime yanıt geldiğini duydum, ya da duyduğumu sandım. Kitaplarımı fırlatarak duvara koştum ve hızla çarpan kalbimin izin verdiğince düzgün bir şekilde üç kere yavaşça vurdum. Bu sefer yanıt belirgin ve kesindi,- bir, iki, üç… benim sinyalimin tam bir tekrarı. Bütün elde edebildiğim buydu, ama yeterliydi… hem de fazlasıyla.

“Ertesi ve sonraki bir çok akşam, bu çılgınlık devam etti, ‘son sözü söyleyen hep bendim. Bütün bu dönem boyunca delicesine mutluydum, ama doğamın ahlaksızlığıyla onu görmeme kararımda ısrar ediyordum. Sonra, beklemem gerektiği gibi, daha fazla yanıt alamaz oldum. ‘Daha belirgin bir ilerlemede bulunmadığım için,’ dedim kendi kendime, ‘utangaçlık sandığı şeyden iğreniyor,’ ve kararımı verdim: onu arayıp tanışacak ve… ne? Bundan ne çıkacaktı bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum. Sadece onunla karşılaşmak için günlerce ve günlerce beyhude yere beklediğimi biliyorum,- duyulamadığı kadar görülemez de olmuştu. Onunla karşılaştığım sokakları dolaştım, ama gelmedi. Penceremden evinin önündeki bahçeyi gözledim, ama ne içeri girdi, ne dışarı çıktı. Onun buradan ayrılmış olduğuna inanarak en derin kederlere düştüm, ama şüphelerimi bir keresinde kızdan uygun olacağını düşündüğümden daha az hürmetle bahsettiği için üstesinden gelinemez bir tiksinti oluşturmuş bulunduğum ev sahibemi sorgulayarak gidermek için hiçbir adım atmadım.

“Kader gecesi gelip çattı. Duygularımla, çözümsüzlük ve ümitlerimin yitmesiyle bitkin bir halde, erkenden odama çekilmiş ve benim için hâlâ olduğunca derin bir uykuya dalmıştım. Gecenin yarısında bir şey —sonsuza dek huzurumun üzerine çöreklenmiş bedbaht bir güç — gözlerimi açmama ve doğrulmama neden oldu, tamamen uyanmış ve ne olduğunu bilmediğim bir şeyi dikkatle dinlemeye başlamıştım. Sonra duvarda hafif bir vuruş sesi duyduğumu sandım …o tanıdık işaretin sadece bir hayaleti gibiydi. Birkaç saniye içinde tekrarlandı: bir, iki, üç: eskisinden daha yüksek değil, ama onu algılamaya programlı ve onu bekleyen bir duyuya hitap eder şekilde. Tam yanıt vermek üzereydim ki, Huzur Düşmanı alçakça bir öç alma önerisiyle işlerime bir kere daha burnunu soktu. Kız beni uzun süre ve zalimce duymazdan gelmişti,- şimdi ben de onu duymazdan gelecektim. İnanılmaz ahmaklık …Tanrı affetsin! Gecenin geri kalanında, inatçılığımı utanmaz bahanelerle savunarak uyanık geçirdim… ve de dinleyerek.

“Ertesi sabah geç bir saatte, evden ayrılırken, eve girmekte olan ev sahibemle karşılaştım. “

‘Günaydın, Bay Dampier,’ dedi.

‘Haberleri duydunuz mu?’

Kelimelerle hiçbir haber duymadığımı belirttim,- tavırlarımla da duymak istemediğimi. Tavırlarım kadının dikkatini çekmedi.

” ‘Yan taraftaki hasta genç bayan,’ diye geveledi. ‘Ne! Bilmiyor muydunuz? Eh, haftalardır hasta. Şimdi ise…’

“Neredeyse kadının üzerine atlıyordum. ‘Şimdi ise,’ diye bağırdım, ‘şimdi ise ne?’

” ‘Öldü.’

“Hikayenin hepsi bu değil. Gece yarısında, daha sonra öğrendim ki, bir haftalık sayıklama süresinden sonraki uzun bir baygınlığın ardından kendine gelerek —son sözleriymiş— yatağının odanın öteki köşesine taşınmasını istemiş. Yanındakiler isteğini hastalığının bir kaprisi olarak algılamışlar, ama yerine de getirmişler. Orada zavallı ölmekte olan ruh kopmuş bir bağlantıyı yeniden kurmak için uzaklaşmakta olan iradesini, kendi masumiyeti ve Bencillik Yasasına körü körüne, zalimce bir boyun eğişten doğan canavarca bir alçaklık arasındaki altın bir duygu bağını harekete geçirmiş.

“Nasıl bir onarım yapabilirdim? Bu gibi gecelerde dışarı çıkmış olan ruhların huzura kavuşabilmeleri için ayinler var mı —’görünmez rüzgârlarla etrafta uçuşan’ hayaletler için— fırtına ve karanlıkta işaretler ve haberlerle, anı parçaları ve felaket kehanetleriyle gelen ruhlar için?

“Bu üçüncü ziyareti. İlk seferde doğal yöntemlerle olayın karakterini doğrulamaktan başka bir şey yapamayacak kadar şüpheciydim, İkincisinde, birkaç kere tekrar edildikten sonra işarete karşılık verdim, ama bir sonuç alamadım. Bu geceki olay Parapelius Necromantius tarafından ortaya konan ‘ölümcül üçlüyü tamamlıyor. Anlatacak başka bir şey yok.”

Dampier hikayesini bitirdiğinde, söylemeye değer bir şey düşünemedim ve onu sorgulamak çirkin bir münasebetsizlik olacaktı. Kalktım ve ona anladığımı belirtecek şekilde iyi geceler diledim, o da bunu sessiz bir el sıkışıyla kabul etti. O gece, üzüntüsü ve pişmanlığıyla tek başına, Bilinmeyene geçti.

Ambrose Bierce 

Ambrose Bierce 

Ambrose Gwinnet Bierce, (24 Haziran 1842 – 1914)  Ambrose Bierce, Amerikan Edebiyatı, Çizgi Roman, Çocuk & Gençlik kategorilerinde eserler yazmış, popüler bir yazardır. ABD’li yazar ve aynı zamanda bir gazetecidir.

19. yüzyılın en önemli kısa hikâye yazarlarından olan Bierce, kısa hikâyeler dışında birçok farklı türde edebi eser kaleme almıştır. Fabl türünde yazdığı eserleri ünlüdür. Devamı……

Dehşet Hikayeleri,, Hayalet, hikaye, hikaye arşivleri, hikaye oku, hikaye okuma, hikaye siteleri, hikaye yaz, HİKAYELER, hikayelerimiz, korku hikayeler, korku öyküleri, korkunç, kötü ruh, masal, Masal Oku, masal okuma, ölüm, ölümcül, Öykü, öykü oku, Ruh ürperti,

Bir cevap yazın