You are currently viewing Dehşet Hikayeleri; “Bekçinin Öyküsü”
  • Post comments:0 Yorum

Evin öte yanındaki bir pencereyi kırarak içeri girmeyi denedim. Bu arada elimi fena halde kestim, kanadı. Elimi mendille sardım. Şansım iyi gitmiyordu bugün.

Dışarıdaki gün ışığına karşılık panjurlar kapalı olduğundan içerisi zifir gibi karanlıktı. Gözlerim karanlığa hemen alışamadığından bir sandalyeye çarparak tökezledim. Panjurları açtım, biraz ışık girdi içeriye. Ev çok havasızdı, üstelik tuhaf bir koku sinmişti her yere. Pencereyi de açtım, anlaşılan Horter burada hiçbir şey yapmamıştı.

Oturma odası tozlu, kirli ve soğuktu. Onun pencerelerini de açarak mutfağa geçtim. Kapının hemen iç tarafında ayağıma yumuşak bir şey takıldı. Eskimiş bir tüy yatağa benziyordu dokunuşu. Her neyse onu ayaklarımla iterek pençeye doğru ilerledim, çünkü burada koku daha da artmıştı. Pencereyi açtıktan sonra dönüp odaya baktım.

Koku olması gayet olağandı, çünkü oda ölü martılarla doluydu. Birkaç martı leşi birbirinin üzerine yığılmış duruyordu. Dökülmüş tüyleri döşemeyi kaplamıştı. Şaşkınlık ve korku içinde baktım bu manzaraya. Neler olmuştu bu evde? Birden yığının içinde bir şey dikkatimi çekti: Martı leşlerinin arasında büyük bir kemik vardı. Bir insan kemiğiydi bu.

Yığılı kuş leşlerini sağa sola atmaya başladım. Kendimi korkunç bir cadı gibi hissediyordum. Kuş yığını ortadan kalkınca Horter’ın cesedi çıktı meydana. Elbisesinden kalan yırtık kumaş parçaları örtüyordu kemiklerini. Kafatasında yapışıp kalmış birkaç saç parçasından başka bütün kemikleri soyulmuştu. Açık pencereden gelen esintiyle yerdeki tüyler iskeletin yüzüne doğru havalanıyordu. Aynı esinti masanın üzerinde açık duran eski bir defterin sayfalarını da kımıldatıyordu. Daha önce hiç dikkatimi çekmemişti bu defter: sayfaların hışırtısı beni ona doğru itti. Alıp baktım, ilk bakışta yazıyı tanıyamadım. Kargacık burgacık ve düzensiz yönlere giden satırlarla yazılmıştı. Sayfalarda kan lekeleri vardı. Kasap dükkanlarında gördüğüm ve etlerin üzerine şişle geçirilmiş iğrenç etiketleri anımsattı bana bu. Sonunda iğrenme duygumu yenerek birkaç sayfa çevirmeye zorladım kendimi. Defterin ilk sayfasındaki yazılar daha düzgün ve okunaklıydı. Üstelik tanımaya başlamıştım yazıyı, çünkü en baştaki satırlar geçen birkaç ay içinde tanıdığım bir yazı biçimiydi. Evet, Horter’ın yazısıydı bu.

O anda her şeyi unutarak mutfak masasının başına oturdum ve bekçiden kalan defteri okumaya başladım:

“I İznimdeki suçluluk duygusundan kurtulmak için her yolu denedim, ama zorla unutmaya çalışarak değil; çünkü kabulleniyordum suçumu. Fakat her yol kapalıydı. Günah çıkarmanın, belleği baskı altında tutan sorunlar karşısında insana rahatlık verdiğini söylerler. Oysa burada böyle bir olanağım yok. Bu yüzden ben de her şeyi benden sonra bu mutfağa girecek olanlara bırakıyor, her şeyi onlara açıklıyorum. Hiçbir sır bırakmıyorum ardımda. Bu satırları okudukları zaman kimbilir nerede olacağım. Hiçbir yerde benim için huzur olmayacağını biliyorum, fakat eminim ki şu satırları okuyacak olan sizler, bu ağırlığı benimle paylaşacaksınız. Benim için çok ağır bir yük bu, eziyor beni. Her şeyi birisine anlatıncaya kadar hiçbir kurtuluş yolu yok benim için. Zavallı Allan. Denizin dibini boyladı. Oysa ben izleyemedim onu. Kıyıya çıktım. Aynı sandalda birlikteydik, ben ve o. Ben kurtuldum. Adada tek başınaydım. Her yerde aradım onu, unutmadım, hep aradım. Fakat geldiğinde tanıyamadım onu. Nasıl tanıyabilirdim? Kanatlan vardı. Dostum Allan melek değildi ki! Fakat onu her an anımsamayı sürdürseydim tanıyacaktım hiç kuşkusuz. İşte burada yanıldım. Her an düşünemedim onu. Çünkü açtım. Her yerde martılar vardı. Yakınıma kadar geliyorlardı. Kendilerini yememi istiyorlarmış gibi geliyordu bana. Cennetten çıkma nefis yemekler gibi beyaz beyaz üzerime geliyorlardı. Yedim. Tuz, tuz; ağzımda, midemde, beynimde, her yerimde tuz vardı sanki. Bir tuz yığınıydım ben. Hayır, hayır, kendimi toparlayıp durumu açıklamam gerek. Evet, o martıyı yedim. Çünkü o anda Allan’i düşünmüyordum. Aklımdan tamamen çıkmıştı. Yedikten sonra anladım ne yaptığımı. ÖLÜ DENİZCİLERİN RUHLARI MARTILARA GEÇER. O kadar yakınımda uçmasının nedeni benden yardım istemekti. Oysa ben onu yedim. İşte şimdi biliyorsunuz ne olduğumu. Bir yamyamım ben. Din adamları bir çare bulabilirler mi buna? İşte bu yüzden sonsuza kadar tuza döndü her şey. Her an tadıyorum. Oh. Tanrım! Çıldırtıyor bu beni. Susuzluk. Viski içmeden duramıyorum, oysa bu da tuz. Üstelik martıların kanından daha da tuzlu.

“Adadan bir gemi kurtardı beni. Bir yamyam olduğumu bilmiyorlardı tabii. Bilselerdi güverteye alırlar mıydı? Hiçbir şey söylemedim onlara. Çünkü beni tekrar adaya bırakacaklarından korkuyordum. Fakat Tanrı her şeyi biliyordu. Uğursuz biriydim ben.

“Martılar burada da çevremde. Ölü denizciler yitik dostları için ağlaşıyorlar. Oysa o, dişlerimin arasında can verdi. Tuzluydu. Bu viski ondan da tuzlu. Nefret ediyorum, ama içmeden de duramıyorum.

“İşte, itiraf ettim; hepsi bu.”

Buraya kadar yazının Horter’a ait olduğu belliydi, fakat sonraki sayfayı çevirince yazının okunaksızlaştığını gördüm. Aceleyle yazıldığı açıktı. Sayfalarda çamurlu ve kanlı parmak izleri vardı.

“Martılar gittikçe yaklaşıyor. Tıpkı adadaki o gün gibi. Belki de hepsi aç. Onlara yiyecek bir şeyler bulacağım, ama tuzdan başka bir şey bulamam ki! Sonra susuzluktan çılgına dönerler. Yoksa tuzu severler mi? Söyleyin bana martılar, sever misiniz? Böyle bağrışmalarının anlamı nedir? Neler söylüyorlar çığlık çığlığa? Kocaman kanatlarıyla çevremde dönüp duruyorlar. Anlamıyorum istediklerini.

Bir cevap yazın