You are currently viewing Ömer Seyfettin Hikayeleri: “Bir Hayır”
  • Post comments:0 Yorum

Ömer Seyfettin Hikayeleri: “Bir Hayır”

Hikaye Oku: Yatağında kımıldamayan Durmuş Ağa, gözlerini basık tavana dikmişti. Sanki iki saattir eski, sararmış hatılları sayıyordu. Yüzü toprak rengindeydi. Kırmızı kaplı yorganın üstüne serili elleri artık bir insan azasına benzemiyordu. O kadar kuru, o kadar zayıf, o kadar cansızdı ki… Ancak duyulan boğuk bir sesle:

—Yahu, ben ölüyon! dedi.

Ocağın başında yusyumru oturan bir ihtiyar kadın doğruldu. Hastaya baktı:

— Hedi sus, hedi sus! Deli gibi söylenme.

— Ben ölüyon diyom, gadın.

— Hedi sus, hedi sus!..

— …

Durmuş Ağa, mor dokuma örtülü yastığından başını kaldıramıyor, sağına, soluna döndüremiyordu. Gözlerini karısına çevirdi. Ocağın önünü görebilmek için gözbebekleri çukurlarının kenarına batıyor, beyazları alabildiğine büyüyordu. Zavallı, işte bir aydır böyleydi. Her gün eriyip gittikçe karısı onun “hiçbir şeyciği olmadığını” tekrarlıyor, ölümünü hatırına getirmiyordu. Fakat o, işi anlamamıştı. Artık gözlerinden başka bir yerini oynatamıyordu. Vücudu tamamıyla ölmüştü. Bir şey yemek şöyle dursun hatta bir damlacık su bile içemiyordu. İçinden diyordu ki: “Yalnız canım kaldı. O da çıkacak!” Göğsünde, boğazının biraz aşağısında, sıcak bir ürperme vardı. Galiba işte bu candı. Nefes alırken, ya ağzından, ya burnundan uçuverecekti.

— Ah nittim de böyle bekledim! diye inledi.

Gamsızın biriydi. Her işi ihmal ederdi. Hac parasını fazlasıyla hazırladığı hâlde “ha bu yıl, ha gelecek yıl…” bahanesiyle bir türlü davranıp gidememişti. İki oğlu vardı ki birbirinden berbattı. En canlı zamanında bile “ne vakit ölecek?” gibi ta gözünün içine bakarlardı. Daha hastalığının başında mallarım taksim etmesi, hayır ve hasenat için bir şey ayırıp emniyetli bir adama vermesi lazımdı. Şimdi, evet, artık bu mümkün değildi. Acaba akşama kadar yaşayabilecek miydi?

— Yahu, Hacı Ağa’yı çağırt! dedi.

— N’ideceksin ki?..

— Çağırt, vasiyetimi diyeceğim.

— Hedi sus, hedi sus! Deli gibi söylenme…

Hastanın gözleri kaymayan bir cıva gibi alev saçarak parladı. Beyaz dudakları titredi. Dişleri kısıldı. Bu Hacı Ağa, ona her vakit, hayır, hasenat için bir şey ayırmasını tavsiye eden komşusuydu. Derdi ki: “Ecelin gelişi duyulmaz. Birdenbire bizi bastırır. Adam sağken vasiyetini filan etmeli, namının hayırla anılması için bir şeyceğiz ayırmak. Sonra arkasından lokma filan dökmek değil ya!, bir Yasin, bir Fâtiha’cık bile okuyan bulunmaz. Mezarın taşsız kalır…” Hâlbuki Durmuş Ağa, çekmecesinde, bir çeşme parası bile ayırmıştı. Komşusunu çağırtıp bunu vermek, hac parasıyla mescidin tamir olunmasını vasiyet etmek istiyordu. Fakat işte karısı inat ediyor, yaklaşan ölümün lafını ağzına aldırmıyordu. Sesi bitmişti; “Hacı Ağa, Hacı Ağa!” diye bağırsa kimseye işittiremeyecekti.

Karısının, ocağın önünde vişneçürüğü yemenisini çözüp, kınalı saçlarını taradığını görüyordu. Bu son derece inatçı bir kadındı. Bir şeyi zihnine koydu mu, aksini dinlemez. “Nuh” der, “Peygamber” demezdi. Durmuş Ağa, gençliğinde bu inadı için çok dövmüştü. O kadar uğraştığı hâlde karısının geçiremediği bu huyu çocuklarına aynıyla geçmişti. İkisi de inatçıydı. inatlarıyla bütün köyü patlatırlardı. Hem babalarına hem birbirlerine dargındılar. Kendisi ölür ölmez, miras kavgasına düşecekler, mezarına taş diktirmek, arkasından bir mevlit, bir Yasin okutmak değil, hatta nereye gömüldüğünü bile sorup araştırmayacaklardı. Göğsünün içindeki sıcak ürperme yanmaya başlıyor, bir ateş, bir zehir oluyordu. Şimdi ihmalciliğinden pişmandı. Karısına son kuvvetiyle seslendi:

— Yahu, ölüyon. Şu Hacı Ağa’yı çağırıvi…

— Hedi sus, hedi sus! O gevezeyi ne yapacaksın ki?

— Bir diyeceğim var.

— Bana di…

— Gayri ölüyon. Şu hacıyı çağır ki, son lafımı ideyün.

— Hedi sus, hedi sus! Ağzını hayra aç…

— …

Pencereden akseden aydınlık, kadının kınalı saçlarını parlatıyordu. Taranması bittikten sonra tekrar yemenisini bağladı. Küçük, buruşuk, çirkin yüzüne mavi, büyük gözleri yabancı gibiydi. İri burnunun altında kısık, sanki daima bir şey ısırıyormuş gibi duran kısa bir çehresi vardı. Ocağı karıştırdı. Bacadan düşen bir rüzgâr külleri uçurmuştu. Sıska elleriyle yerleri süpürüyor, savrulan külleri topluyordu. Hasta aksırır gibi bir ses çıkardı. Döndü, baktı:

— Ne istiyon?..dedi.

Ağa cevap vermedi. Çenesi atıyordu. Kadın kalktı. Yatağın yanına gitti. Eğildi. Kocasının yüzüne baktı. Gözleri kapanmıştü. “Uyuyo mu ki?” diye şüphelendi. Eliyle omuzuna dokundu. Ölüme inanamıyordu:

— Uyumuş! dedi.

Bekledi, bekledi. Fakat Durmuş Ağa bu uykudan bir daha uyanamadı.

Oğulları, mirasın üzerine aç kurt gibi atılmışlar, daha babalarının toprağı kurumadan gürültülü bir kavga çıkarmışlardı. Çift şeylerin birini biri, birini biri alıyor, lakin tek şeyleri bir türlü pay edemiyorlardı. Mesela babalarının kürkünü, ipek halıdan seccadesini ortasından kesip ikiye böldüler. Ev de tekti. Onu da yıktılar. Kapıları, pencereleri, enkazı eşit olarak aralarında taksim ettiler.

Bu kavgalı taksim bir ay kadar sürdü. Durmuş Ağa’nın yurdu artık bir harabeydi. Güzel evinin yerinde yeller esiyor, bahçesinde baykuşlar ötüyordu. Hacı Ağa, bir gün bu viranenin önünden geçerken komşusunun iki oğlunu gördü. Sıska köpeği tutmuşlar:

— Sen alacaksın!

— Ben alacağım! diye çekişip duruyorlardı.

Yaklaştı, sordu:

— Ülen, ne çekişip duruyorsunuz?

— Sen garışma… diye başlarından savmak istediler. Hacı Ağa ısrar etti. Gürültülerinin sebebini anladı. Ellerindeki köpek, babalarından kalma idi. İkisi de haklarından vazgeçmiyorlardı. Nihayet bu hayvancığı iki parça kesip paylaşmaya karar vermişlerdi.

Hacı Ağa:

— Vazgeçin, dedi. Bu itin ne eti yenir, ne de kemiği para eder, ne derisi işe yarar!

Büyük sordu:

— Öyle emme n’idelüm?

— Bir hayır işleyin, ülen…

— …

Bu sefer küçük sordu:

— Nasıl hayır?

— Bu köpeği kesmekten vazgeçin. Bırakın, babanızın canına ulusun dursun…

— …

İki kardeş birbirlerine baktılar. Bu, oldukça makul bir nasihatti. Karşılıklı haklarından vazgeçtiler.

Sahipsiz kalan köpek açlıktan, susuzluktan, soğuktan bütün kış, yıkılmış evin yerinde uludu, inledi.

Onun ulumasından gece gündüz taciz olan köy halkı, bu dinmez acı feryadı, zavallı hayvanın ölen efendisi hakkındaki muhabbetine yoruyorlar:

“Rahmetli Durmuş Ağa, hasislik etmeyip bu köpek kadar oğullarına da kendini sevdirseydi, ne mezarı taşsız kalır, ne de böyle mevlütsüz, hayırsız, hasenatsız toprak altında yatardı bugün…” diyorlardı.

Ömer Seyfettin

Ömer Seyfettin Hakkında

Ömer Seyfettin 1884 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde doğmuştur. Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarından ve Milli Edebiyatın da kurucuları arasında yer alan sanatçı, babası gibi askerlik yapmış Balkan Savaşı sırasında Sırp ve Yunan cephelerinde savaşmıştır. Daha sonraki dönemde askerliği bırakıp tamamen edebiyata yönelen Ömer Seyfettin, o döneme kadar romanın gölgesinde kalan Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismidir. Sanatçı 6 Mart 1920’de hayata gözlerini yummuştur.

Edebi Kişiliği

Maupassant (klasik vak’a öyküsü) tarzı olay hikâyeciliğinin bizdeki en büyük ismidir.

Hikâyeciliği meslek olarak gören ilk sanatçıdır.

Milli Edebiyat akımının öncü kişilerindendir.

Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem’le birlikte Selanik’te 11 Nisan 1911’de Genç Kalemler dergisini çıkarır. Bu dergide  yayımladığı “Yeni Lisan” makalesinde dilin sadeleştirilmesi gerektiğini savunan Ömer Seyfettin divan edebiyatı, Tanzimat, Servetifünun ve Fecriati edebiyatı sanatçılarına yer yer ağır eleştirilerde bulunur.

Genç Kalemler dergisinde ilk kez Milli Edebiyat kavramına yer verilir. Milliyetçilik, bu dergiyle edebiyatta başlamış olur.

Türkçülük akımının kurucularındandır.

“Toplum için sanat” anlayışıyla milli değerlere yönelmenin önderliğini yapmıştır.

Uzun cümlelerden, söz oyunlarından, yabancı sözcük ve tamlamalardan kaçınmış, konuşma ve yazı dili arasında bir uyum kurmaya çalışmıştır.

Realizm akımının etkisi altındadır.

Hikâyelerinde milli bilinci uyandırma ve güçlendirme amacı taşımıştır.

Mizahtan da yararlanarak toplumdaki aksayan yönleri eleştirmiştir; bu bakımdan hikâyeleri toplumsal hiciv ka­rakteri taşır.

Konuşma dilini yazı diline uygulamayı amaçlamıştır.

Hikâyeleri teknik açıdan zayıftır, tasvirlere, psikolojik tah­lillere önem vermez, daha çok olayı ön plana çıkarır.

Hikayelerinin konularını

Milli tarih (daha çok Osmanlı tarihi) 

Çocukluk anıları 

Askerlik anıları ve günlük hayat oluşturur.

Kısa cümlelere dayanan okurun dikkat ve heyecanını canlı tutan bir anlatımı vardır.

Ömer Seyfettin’in öyküleri çoğunlukla beklenmedik sürpriz bir sonla biter.

Hikâyelerinde menkıbe, efsane, destan, halk fıkraları ve tarihten yararlanmıştır.

Kitaplaştırmadığı az sayıda şiiri de vardır.

Efruz Bey ve Yalnız Efe adlı eserleri “uzun hikâye”, “roman” olarak da değerlendirilmektedir.

Yaklaşık 160 hikayesi vardır.

Bir cevap yazın