You are currently viewing Hikaye: “İki Lalenin Hikayesi” 
  • Post comments:0 Yorum

Hikaye: “İki Lalenin Hikayesi” 

Seferberliğin ilanından sonra İzmir’den ikimiz de aynı vapurla geldik. Lise sıralarında ve hukuk eğitimi esnasında bizi birbirimizden ayıramayan talih, yedek subay adayı sıfatıyla Harp Okulu’na da ikimizi aynı günde ve beraber götürüyordu. Lise gençliğinden beri devam eden bu arkadaşlık hayatı birkaç ay sonra ikiye bölündü. Beni İstanbul’daki görevime geri verdiler, o subay üniformasıyla bir takımın başına geçerek Çanakkale’ye gitti.

Ayrılık ikimize de çok keder vermişti. Bizi, şimdiye kadar beraber düşünen, beraber hisseden iki eş gibi yaşatmış talihin aramıza mesafeler koyan bu hükmünden şikâyetçi gibi konuşuyorduk. Bununla birlikte iki dost, hayatın birliğini bozan bu ayrılığı ihmal edilmeyen bir haberleşme ile en alt seviyeye indirmeye karar verdik.

İzin verirseniz Münir’in en son mektubunun bir kısmını aktarayım:

       Toprak kerevetimden(sedir) şimdi kalktım. İçinde barındığımız kocaman oyuğun ağzına yaklaşıyor ve dışarıyı kontrol ediyorum. Nefis bir bahar sabahı. Gecenin sis ve rutubetiyle toprak ıslak… Gözümün önünde içi İngiliz dolu topraklar, üstünde sayısız gemilerin dolaştığı mavi ve engin Akdeniz, belli belirsiz hafif bulutlardan yavaş yavaş kurtuluyor, gözleri ister istemez kendine çeken neşeli ve şirin çimenler küçük tepelere yeşil başlıklar giydirdikten sonra rüyalı zümrüt dereler oluşturup aşağılara doğru akıyor.

      Ufkun bakır güneşi görevine geç kalmış gibi hızla göğe yükseliyor. İngilizler bugün galiba geciktiler. Sabah selamlaşması olarak atılması âdet hâlini alan karşılıklı top ve tüfek gürültüsünden henüz belirti yok.

      Aşağıya iniyor ve toprak peykenin(sedir) üzerine oturarak sana bu mektubu yazmaya başlıyorum. Karşımda telefonun yanındaki kırık masaya dirseklerini dayayan arkadaşım göreviyle ilgili evrakı hazırlamakla meşgul… Mağaramız gayet basit: Bir kırık masa, eski ve çarpık bir iskemle ve iki portatif karyola… Dün gece geç vakte kadar devam eden toplar ikimizi de uykusuz ve yorgun bıraktı. Ohh!.. Derin ve uzun bir uykuya ne kadar ihtiyaç duyuyorum.

      Birden telefonun sert sesi duyuldu. Kumandamın beni çağırıyor. Mutlaka verilecek emirleri var. Mektubuma biraz sonra yine devam ederim…

Münir’in üslûbu o kadar sakin, o kadar telaşsız ki insan, mektubunu mitralyöz akıntılarına cephe olan bir siperden değil. Boğaziçi’nin bir köşkünde, sinirlerinin bütün sakinliğiyle yazdığını sanacak. Liseden ihtiyat subaylığına kadar getirdiği ılımlılık ve sükûnetini, görülüyor ki oranın büyük kıyametinde de kaybetmemiş:

  “...Kumandanı gördüm ve geldim. Fakat üzülerek mektubuma devam edemeyeceğim. İngilizler faaliyete başladılar. Ateşin birdenbire çok şiddetlendiğine bakılırsa bunların sabah keyfi olsun diye atılmadığına inanmak lâzım. Anlaşılıyor ki siper komşularımız bugün pek ciddi niyetlerinden birinin daha denemesine girişecekler.

      Ooo… Ooo… Bugünkü ateş çok başka! Etrafta kıyamet kopuyor. Ah! Öyle bir uykum var ki… Bir haftadır elbiselerimi çıkarıp da güzelce uyumak kısmet olmadı. Bugün de dışarının yeşil çimenleri üzerine uzanarak ılık hava altında saatlerce sürecek derin ve tembel bir uyku çekebilsem… Top ve mitralyöz yıldırımları kulaklarımı patlatıyor. Allah’a ısmarladık kardeşim, kumandanın yanından gelirken tatlı bir yamaçtan kopardığım iki lâleyi Çanakkale hediyesi olarak mektupla birlikte gönderiyorum.

      İnşaallah yine görüşürüz.

Münir’in bu mektubu, yazıldığı tarihten yaklaşık olarak üç hafta sonra Kızılay hastanelerinden birinin vasıtasıyla geldi. Yanında “Nihat” imzalı küçük bir yaralı kâğıdı da vardı:

      “Beyefendi, ben Münir’in siper arkadaşıyım. O, görevi başında Allah’ın rahmetine kavuştu. Ben de hafifçe yaralandım ve bu hastaneye nakledildim. Şehit düştüğü geceden önce yazıp da postaya vermeye vakit bulamadığı mektubu size gönderiyorum. Rahmetlinin emanetidir.”

Kapalı zarfı açtım ve Münir’in mektubunu bir çocuk gibi ağlayarak okudum. İmzasının yanına solmuş ve kurumuş iki lâle iğnelemişti.

Ah sevgili Münir! Kızıl lâlelerini topladığın o bayırlar içinde kana bulanmış cesedinle sen de bir lâle olup kalmıştın.

Hüseyin Ragıp

Bir cevap yazın