You are currently viewing Hikaye Oku; Mahşerin Üç Atlısı
  • Post comments:0 Yorum

Hikaye Oku; Mahşerin Üç Atlısı

Hikaye

Bay Pond’un, beylik kibarlığı ve çelebiliğine karşın bende uyandırdığı bazen ürkütücü olabilen garip etki, sanırım, kimi çocukluk anılarımla ve adının yaptığı belli belirsiz çağrışımla ilgiliydi. Babamın eski bir dostu olan bu adam bir devlet memuruydu; anlaşılan, benim çocuk hayal gücüm her nasılsa Bay Pond’un adını bahçedeki havuzla karıştırıyordu. Şimdi düşünüyorum da, Bay Pond’un her nasılsa gerçekten de bahçedeki havuza benzediği söylenebilirdi. Olağan zamanlarda bir havuz kadar dingin ve pürüzsüzdü, yeri, göğü ve gün ışığını yansıtırken bir havuz kadar parlaktı. Ama yine de, bahçedeki havuzda bazı tuhaflıkların olup bittiğini biliyordum. Pek ender, yılın bir iki günü de olsa, nedendir bilinmez, bambaşka bir görünüm alırdı; bazen dingin duruluğundan bir gölge geçip gider ya da bir ışıltı yanıp söner, kimi zaman da suyun yüzünde bir balık, bir kurbağa, hatta daha da acayip bir yaratık görünüverirdi. Ben Bay Pond’un içinde de canavarlar bulunduğunu bilirdim: Kafasında bir an yüzeye çıkıp sonra yeniden dibe dalan canavarlar. Bu canavarlar Bay Pond son derece uysal ve aklı başında sözler ederken birden beliriverirdi. Kimileri onun en aklı başında sohbetinin ortasında birden aklını kaçırdığını sanırdı. Ama onlar bile aklını çabucak yeniden başına topladığını kabullenmek zorunda kalırlardı.

Gerçi bu da genç bir zihnin uydurduğu budalaca bir fantezi olarak görülebilir, ama Bay Pond’un kendisi de bazen bir balığı andırırdı. Davranışları yalnızca çok kibar değil çok da sıradandı; jestleri bile sıradandı, o tuhaf ve gelişigüzel konuşmalarından birini yaparken sonunda ciddileşmek zorunda kaldığında sivri sakalını ikide bir çekiştirme huyunu saymazsak tabii. Böyle anlarda baykuş gibi öylece önüne bakar, sakalını çekiştirip dururdu; ağzı ipleri yerine sakalı olan bir kuklanın ağzı gibi aralanır, bu da karşısındakinde gülünç bir etki uyandırırdı. Ağzının hiç konuşmadan garip bir biçimde açılıp kapanması ile bir balığın ağzını açıp yutkunması arasında şaşırtıcı bir benzerlik vardı. Gelgelelim bu birkaç saniyeden fazla sürmez ve o anda ağzından çıkmak üzere olan tatsız sözü gerisingeri yutuverirdi.

Bir gün, ünlü diplomat Sir Hubert Wotton’la sessiz sakin sohbet ediyordu; bizim bahçede rengârenk tenteler, kocaman güneşliklerin altında oturmuş, benim onu patavatsızca benzettiğim havuzu seyre dalmışlardı. Dünyanın her ikisinin de çok iyi bildiği, ama Batı Avrupa’da çok kişinin bihaber olduğu bir yöresinden, Pomeranya, Polonya, Rusya ve daha başka yerlerde turbalık ve bataklığa, sözün kısası anladığım kadarıyla Sibirya bozkırlarına dönüşen geniş ovalardan söz ediyorlardı. Bay Pond, bataklıkların iyice derinleştiği, gölcükler ve ağır ağır akan nehirlerle kesildiği bir bölge boyunca, iki yanı dik ve sarp tek bir yolun uzandığını anımsıyordu: Bir yayanın tehlikesizce geçebileceği bu düz yol iki atlının yan yana geçebileceği kadar geniş değildi. Hikaye de burada başlıyordu.

Hikaye, çok eski bir zamanda değilse de, atlılardan günümüzdekinden çok daha fazla yararlanıldığı, ama savaşçıdan çok ulak olarak kullanıldıkları bir zamanda geçiyordu. Yeryüzünün o yöresini yerle bir eden pek çok savaştan biri sırasında demekle yetinebiliriz – kuşkusuz o denli el değmemiş bir doğayı yerle bir etmek ne kadar mümkünse. İşin içine ister istemez Prusya düzeninin Polonya ulusu üstündeki baskısı da girmiyor değildi, ama meselenin politik yanını yorumlamaya ya da doğrularıyla yanlışlarını tartışmaya ne hacet. Başınızı ağrıtmadan, Bay Pond’un karşısındakini bilmece gibi bir hikâyeyle eğlendirdiğini söylemekle yetinelim.

“Umarım, Krakowlu şair Paul Petrowski’yle ilgili o heyecan verici olayı hatırlıyorsunuzdur,” dedi Pond; “o günlerde oldukça tehlikeli iki şey yapmıştı: Krakow’dan ayrılıp Poznan’a yerleşmek ve şairlikle yurtseverliği birleştirmeye çalışmak. O sıralar oturduğu kasaba bataklıktan geçen uzun yolun tam doğu uçundaydı ve Prusyalıların eline geçmişti; Prusya komutanlığı doğal olarak o bataklık deryasını aşan biricik köprünün başını tutmayı ihmal etmemişti. Ama bu özel harekât için kurdukları karargâh bataklıktan geçen yolun batı ucundaydı; ünlü Mareşal Von Grock başkomutandı ve hâlâ gözdesi olan eski alayı Beyaz Süvariler o set çekilmiş uzun yolun başlangıcına en yakın yerde bekliyordu. Hiç kuşkusuz, alev rengi kılıç kayışları asılı o harikulade beyaz üniformaların en ince ayrıntısına kadar her şey pırıl pırıldı; çünkü bütün dünya haki üniforma kullanmaya henüz başlamamıştı. Bunun için onları suçluyor değilim; bazen düşünüyorum da, bir zamanların görkemli hanedan armaları çağı, doğa tarihiyle ve bukalemunlarla kınkanatlılara tapınmayla birlikte gelen renk öykünmeciliği çağından daha hoştu galiba. Her neyse, Prusya ordusunun bu yaman süvari alayı hâlâ kendi üniformasını giymekteydi ve birazdan anlayacağınız gibi bozgunun etkenlerinden biri de buydu. Ama sorun yalnızca tektipte değil, tekdüzenlilikteydi. İşlerin kötü gitmesinin nedeni, disiplinin fazla sıkı olmasıydı. Askerlerinin Grock’un emirlerinden dışarı çıkmayı asla göze alamamaları, onun istediğini yapamamasına yol açtı.”

Wotton, iç geçirerek, “Galiba bir tezat var burada,” dedi. “Şüphesiz hepsi çok zekice; ama aslında baştan aşağı saçma, öyle değil mi? Ah, bilmem mi, herkes genellikle Alman ordusunda fazla disiplin olduğunu söyler. Ama bir orduda çok fazla disiplin olamaz ki.”

Pond, “Ama ben bunu genel anlamda söylemiyorum ki,” dedi sızlanırcasına. “Özellikle bu özel vaka için söylüyorum. Askerleri emirlerine harfi harfine uyduğu için yenildi Grock. Hiç kuşku yok ki, askerlerinden yalnızca biri emirlerine uymuş olaydı, sonuç bu kadar kötü olmazdı. Ama askerlerinden ikisi de emirlerine uyunca – eh n’apsın, zavallı koca domuzun hiç şansı kalmadı.”

Wotton, kıs kıs gülerek, “Yeni askeri nazariyeni çok tuttum,” dedi. “Alayda bir askerin emirlere uymasına bir diyeceğin yok; ama iki asker emirlere uyunca sana göre Prusya disiplini biraz fazla ileri gitmiş oluyor.”

Bay Pond, “Benim askeri nazariyem falan yok,” diye yanıt verdi sükûnetini bozmadan. “Askeri bir gerçekten bahsediyorum ben. Grock’un, askerlerinden ikisi emirlerine uyduğu için yenilgiye uğraması askeri bir gerçek; ama askerlerinden biri emirlerine uymamış olsaydı kazanabilirdi, bu da askeri bir gerçek. Şimdi, dilediğin nazariyeyi geliştirebilirsin buradan.”

Wotton, sertçe, “Ben o kadar da nazariye meraklısı değilim,” dedi, hiç yoktan bir hakarete uğramış da gücenmiş gibi.

Tam o sırada, güneşli bahçede, irikıyım gövdesiyle ufak tefek Bay Pond’un taban tabana zıt dostu ve hayranı Kaptan Gahagan belirdi; uzun adımlarla, kasım kasım kasılarak geliyordu. Yakasında alev alev bir çiçek vardı, kızıl saçlarının üstündeki gri silindir şapkası hafifçe yana yatırılmıştı; genç görünmesine karşın, eskilerin züppeleri ve düellocuları zamanından fırlamışçasına çalımından geçilmiyordu. Bu uzun boylu, geniş omuzlu adamın gün ışığını arkasına almış gövdesi, kendini beğenmişliğin ta kendisiydi sanki. Güneşle aydınlanan yüzüyle gelip oturduğunda, hüzünlü, hatta biraz da kaygılı görünen o sevecen kahverengi gözlerinde bütün bunlarla çelişen bir bakış belirdi birden.

Bay Pond, bitmek bilmeyen konuşmasını keserek, özür dileme telaşına kapılıverdi: “Yine çenem düştü galiba; aslına bakılırsa, şu şairden, çok zaman önce Poznan’da idam edilmesine ramak kalan Petrowski’den söz ediyordum. Oradaki askeri yetkililer tereddüt içindeydiler; Mareşal Von Grock ya da daha yukarılardan doğrudan emir almamış olsalar Petrowski’yi salıvereceklerdi; gel gör ki, Mareşal Von Grock şairin öldürülmesi konusunda son derece kararlıydı ve hemen o akşam idam edilmesi için emir gönderdi. Daha sonra şairi kurtarmak amacıyla idam hükmünün ertelenmesi için bir emir gönderildi; bu arada, erteleme emrini götüren asker yolda öldüyse de, mahkûm bırakılmıştı zaten”.

“Bu arada—” diye yineledi Wotton öylesine.

Gahagan da, “Erteleme emrini götüren asker,” diye ekledi alaya alarak.

“Yolda öldü,” diye mırıldandı Wotton.

Gahagan, neşeyle sesini yükselterek, “Tamam işte, mahkûm da serbest bırakılmış,” deyiverdi. “Her şey çok açık. Haydi dedecik, bir masal daha anlat bize.”

“Baştan sona gerçek bir hikaye anlattığım,” diye karşı koydu Pond, “üstelik aynen dediğim gibi oldu. Bir çelişki falan yok bunda. Yalnız, ne kadar basit olduğunu anlamanız için hikayenin tümünü bilmeniz gerekiyor.”

“Evet,” diye onayladı Gahagan. “Ne kadar basit olduğunu kavrayabilmem için hikayenin tümünü bilmem gerekiyor.”

“Madem öyle, anlat şu hikayeyi bize de, bitsin bu iş,” diye kestirip attı Wotton.

Paul Petrowski, politika pratiğinde fevkalade önemli biri sayıldığı halde hiç de pratik olmayan adamlardandı. Gücü, yalnızca ulusal bir şair değil, aynı zamanda uluslararası bir şarkıcı olmasından geliyordu. Yani o çok güzel ve güçlü sesiyle dünyadaki konser salonlarının yarısında yurtsever şarkılarını söylüyordu. Yurdunda ise, özellikle de pratik politikacıların ortadan kaybolduğu, onların yerini onlar kadar pratik olmayan adamların aldığı o uluslararası bunalım döneminde, devrim umutlarının meşalesi ve çığlığıydı tabii. Çünkü gerçek idealist ile hakiki gerçekçinin ortak yanı eylem aşkıdır. Pratik politikacı ise her türlü eyleme karşı pratik itirazlar getirerek başarı elde eder. İdealistin yaptığı pratik olmayabilir, eylem adamı da yaptıklarıyla ahlaki değerleri hiçe sayabilir; ama bu iki durumda da hiçbir şey yapmadan ün salmak mümkün değildir. Bu iki uç karakterin bataklıklar arasından geçen o biricik yolun iki ucunda duruyor olmaları gerçekten de tuhaftır – kasabada mahpus tutulan Polonyalı şair yolun bir uçundaydı, ordugâhın komutanı Prusyalı asker ise öbür uçta.

Bir kere, Mareşal Von Grock, yalnızca tam anlamıyla pratik değil, aynı zamanda şiir sanatından zerre kadar nasibini almamış gerçek bir Prusyalıydı. Ömründe şiir okumamıştı; ama salak da sayılmazdı. Askerlerde görülen o gerçeklik duygusu, pratik politikacının ahmakça hatalarına düşmesini önlüyordu. Hayalleri küçük görmezdi, yalnızca nefret ederdi onlardan. Bir şair ya da yalvacın bir ordu kadar tehlikeli olabileceğini çok iyi bilirdi. O yüzden, şairin ölmesi gerektiğinde kararlıydı. Şiir sanatına biricik övgüsü de bu oldu; üstelik samimiydi.

O sırada çadırındaki bir masanın başında oturuyordu; dışarıdayken başından çıkarmadığı sivri uçlu miğferi önünde duruyordu; kocaman kafası yalnızca sıfıra vurulmuş olmasına karşın cascavlak görünüyordu. Sinekkaydı tıraş edilmiş yüzünde, ablak ve sarkık suratına esrarlı bir görünüm veren kalın bir gözlük dışında hiçbir şey yoktu. Yanında dikilen teğmene döndü; uçuk sarı saçlı, tombul suratlı bir Alman olan teğmen mavi, boncuk gözleriyle boş boş bakıyordu.

“Teğmen Von Hocheimer,” dedi Glock, “Majestelerinin ordugâha bu gece varacağını mı söylemiştin?” Teğmen, yarım ağızla, “Yedi kırk beşte, mareşalim,” dedi, sanki konuşmayı öğrensin diye terbiye edilen iri bir hayvan gibi.

“Öyleyse,” dedi Grock, “o gelmeden idam emrini ancak götürürsün. Hiçbirimiz Majestelerine hizmette kusur etmemeliyiz, ama özellikle de gereksiz sorunlarla başını ağrıtmamalıyız kendisinin. Birlikleri teftiş edeceği için zaten işi başından aşkın olacak; her şey Majestelerinin emrine hazır bulundurulsun. Bir saat sonra bir sonraki ileri karakola gitmek için yola çıkacak.”

İrikıyım teğmen birazcık kendine gelir gibi oldu ve zoraki bir selam vererek, “Emredersiniz, mareşalim, hepimiz Majestelerine sadakat göstermeliyiz,” dedi.

“Ben hiçbirimiz Majestelerine hizmette kusur etmemeliyiz dedim,” dedi mareşal.

Her zamankinden daha sert bir hareketle kalın gözlüğünü çıkardığı gibi masanın üstüne fırlattı. Teğmenin soluk mavi gözleri daha önce böyle bir şey görmüşse nasıl açılmıştır bilemeyiz, ama mareşalin gözlüğünü çıkarışındaki bu değişim karşısında faltaşı gibi açıldılar. Bir demir maskenin çıkarılışı gibi bir şeydi. Az önce kösele gibi, katmerli yanakları ve çenesiyle akıl almaz bir biçimde gergedana benzeyen Mareşal Von Grock, şimdi bambaşka bir canavar, kartal gözlü bir gergedan olup çıkmıştı. İhtiyar gözlerindeki öfke parıltısını kim görse, bu adamın yüreğinde sertlikten de öte bir şey olduğunu, en azından bir yanının yalnızca demirden değil çelikten de olduğunu anlardı. Neden derseniz, kötü bir ruh da olsa, Hıristiyan âleminden insanların iyi mi kötü mü olduğunu kolay kolay anlayamayacakları kadar garip bir ruh da olsa, her insanın bir ruhu vardır da ondan.

“Ben hiçbirimiz Majestelerine hizmette kusur etmemeliyiz dedim,” diye yineledi Grock. “Daha açık söyleyeyim, hepimiz Majestelerini korumalıyız. Öyle ya, krallarımız bizim tanrılarımız sayılmaz mı? Hizmet edilmek ve korunmak onlar için. Onlara hizmet etmek, onları korumak da bizim için.”

Mareşal Von Grock konuşkan bir adam sayılmazdı, hatta daha çok kafasını çalıştıran insanların gözüyle bakılacak olursa pek fazla düşündüğü de söylenemezdi. Bu tip adamlar, ola ki yüksek sesle düşünmeye kalktıklarında, köpekleriyle konuşur gibi düşünmeyi yeğlediklerini kestirmek zor olmasa gerekir. Dahası, böyleleri, köpeklerinin karşısında edebiyat yapmaktan ve cevher yumurtlamaktan küstahça bir zevk bile alırlar. Hiç kuşku yok ki, Teğmen Von Hocheimer’i bir köpekle kıyaslamak haksızlık olur. Çok daha duyarlı ve akıllı bir yaratık olan köpeğe karşı haksızlık olur. Grock’un, düşünebildiği bu nadir anlardan birinde, bir avanak ya da dangalağın karşısında yüksek sesle düşünmenin verdiği rahatlık ve güven içinde olduğunu söylemek herhalde daha doğru olacaktır.

“Kraliyet hanedanımızın tarihine bakılacak olursa, hizmetkârın efendisini hep koruduğu görülür,” diye devam etti Grock, “bu yüzden de en azından başarılı ve güçlü olana her zaman ağlamaklı bir hassasiyetle karşı çıkan dış âlem tarafından sık sık yerilmiştir. Ama biz hiç değilse başarılı ve güçlü olduk. Ems telgrafı(Prusya Kralı I. Wilhelm’in, 13 Temmuz 1870’te tatilini geçirmekte olduğu Ren Bölgesi’ndeki Ems kentinden Şansölye Otto von Bismarck’a gönderdiği telgraf. Bismarck’ın özellikle Fransa’yı kışkırtacak bölümleri seçerek açıkladığı telgraf metni, Fransız-Alman Savaşı’nın (1870-71) başlamasına yol açmıştı.) konusunda kendi efendisini bile aldatan Bismarck’a bela okumuşlardı; oysa bu o efendiyi dünyanın efendisi yapmıştı. Paris alınmış, Avusturya hükümdarı tahtından inmiş, biz de güvende olmuştuk. Bu gece Paul Petrowski ölecek ve biz de yine güvende olacağız. İşte senin bu idam hükmünü bir an önce ulaştırmanı bu yüzden istiyorum. Neden Petrowski’nin derhal idam edilmesi emrini götürmen ve emrin yerine getirildiğini görmeden dönmemen gerektiğini anladın mı şimdi?”

Konuşma özürlü Hocheimer bir selam çaktı; gayet iyi anlamıştı. Zaten bir köpeğin bazı özellikleri onda da vardı: Bir buldog kadar cesur ve ölümüne sadıktı.

Grock, “Hemen atla atma, düş yola,” diye devam etti, “sakın gecikeyim deme, hiçbir engel tanıma. Eğer bir mesaj almazsa salak Arnheim’ın Petrowski’yi bu gece salıvereceğinden eminim. Doludizgin sür atını.”

Teğmen de yeniden selam çakıp geceye atıldı; o görkemli birliğin görkeminin ayrılmaz bir parçası olan o müthiş süvari atlarından birine atladığı gibi, adeta bir duvarın üstünde gidercesine, ufkun karanlığına, zorlu bataklıkların karaltılarına ve solup giden renklerine bakan bayır boyunca uzanan yüksek ve daracık yolda sürdü atını.

Atının toynaklarının son yankıları bataklıktan geçen yolda yitip giderken, Von Grock yerinden kalktı, miğferini başına geçirip gözlüğünü taktı ve çadırının önüne çıktı; ama başka bir nedenle. Tören üniformalarını kuşanmış kurmay subayları ona doğru yaklaşmaktaydı; biraz ötedeki hatlardan selam töreninin sesleri ve yağdırılan komutlar oraya kadar geliyordu. Prens Hazretleri teşrif etmişti.

Prens Hazretleri, en azından görünüşüyle, çevresindekilerle bir karşıtlık içindeydi; hatta başka yanlarıyla da o dünyaya aykırı düşüyordu. Gerçi onun başında da sivri uçlu bir miğfer vardı, ama bu çelik mavisi ışıltılı siyah miğfer başka bir alaya aitti; miğferin, bütün o sinekkaydı tıraşlı Prusyalılar arasındaki uzun, koyu, yumuşacık sakalla birlikteliğinde, bir ölçüde demode de olsa, biraz aykırı biraz düşsel bir bağdaşım gözleniyordu. Uzun, koyu, yumuşacık sakalıyla uyum sağlamasına, uzun, koyu, yumuşacık bir pelerin vardı sırtında; göğsünde en yüksek dereceden Kraliyet Nişanı’nın pırıl pırıl parlayan yıldızı, mavi pelerinin altında da siyah bir üniforma. Gerçi her Alman kadar Almandı, ama yine de çok farklı bir Almanlıktı bu; yüzündeki mağrur, ama düşünceli ifade, hayatının biricik gerçek tutkusunun müzik olduğu efsanesiyle ahenk içindeydi.

Tedirginliğe kapılan Grock, prensin, ülkesinin askeri protokol kurallarının çapraşık geçit töreni içinde belirlendiği üzere hemen birlikleri denetlemeye girişeceği yerde, doğruca hiç açılmamasını istediği konuya dalıp, şarkılarının Avrupa operalarının yarısında söylendiğini duyduğu şu cehennem ateşlerinde yanası Polonyalının ne kadar sevilen biri ve ne kadar büyük bir tehlike altında olduğundan söz açıvermesini son derece sinir bozucu, hatta çileden çıkarıcı bulmakla birlikte, bunu onun eşi benzeri görülmemiş eksantrikliğine bağlama yoluna gitti.

Prens, siyah miğferinin altından sert sert bakarak, “Böyle bir adamı idam etmekten söz etmek çılgınlık,” dedi. “Herhangi bir Polonyalı değil ki o. Bütün Avrupa tapıyor ona. Sonra, müttefiklerimiz, dostlarımız, hatta bizim Almanlar yasa boğulur ve onu tanrılaştırır. Orpheus’u öldüren o kaçık kadınlara mı(Eski Yunan mitologyasında, insanüstü müzik yetenekleri olduğuna inanılan Orpheus, bir Dionysos ayininde rakip Tanrı Apollon’a tapındığı için, ayinde esriyip kendinden geçen Mainad’lar tarafından öldürülür. Ama onun adına kurulan kehanet merkezi, Delphoi’deki kehanet merkezinden de ünlü bir duruma gelir.) benzemek istiyorsun?”

“Majesteleri,” dedi mareşal, “onun için yasa boğulsalar da ölmüş olurdu: Onu Tanrılaştırsalar da ölmüş olurdu. Amacı her ne idiyse artık ulaşamazdı amacına. Her ne yapıyordu ise artık yapamazdı. Ölüm, bütün gerçeklerden daha gerçektir ve ben gerçeklere bayılırım.”

Prens, “Senin dünyada olup bitenlerden haberin yok mu?” diye soracak oldu.

“Anavatanın son ordugâhının ötesinde, dünya umurumda değil,” diye yanıtladı Grock.

“Bak sen şu işe,” diye bağırdı majesteleri, “Weimar’a kafa tutacak olsa Goethe’yi bile asardın sen!”

“Kraliyet hanedanının selameti içinse bir an bile duraksamazdım,” diye yanıtladı Grock.

Prens, kısa bir sessizliğin ardından, sert bir sesle, “Bu da ne demek şimdi?” dedi birden.

“Bir an bile duraksamadım demek,” diye cevabı yapıştırdı mareşal. “Petrowski’nin idam edilmesi için emir gönderdim bile.”

Prens, iri kara bir kartal gibi ayağa kalktı; pelerini görkemli kanatlar gibi uçuşup savruldu; onu bir eylem adamı yapanın nutuk atmaktan çok o anlı şanlı gazabı olduğunu bilmeyen yoktu. Von Grock’la konuşmadı bile; sanki o yanında değilmiş gibi, avazı çıktığı kadar bağırarak, arkalarında hiç kıpırdamadan dikilen tas kafalı, tıknaz komutan yardımcısı General Von Voglen’a seslendi.

“Süvari birliğinin en iyi atı kimin, general? En iyi süvari kim?”

“Arnold Von Schacht’ın atı yarış atlarına nal toplatır,” diye yanıtladı general çabucak. “Kendisi de bir jokey kadar iyi at biner. Beyaz Süvari Alayı’ndandır.”

“Pekâlâ,” dedi prens bu kez çıngıraklı bir sesle. “Hemen atına atlasın, o delice mesajı götüren askerin ardına düşüp durdursun onu. Ona tam yetki vereceğim, umarım mümtaz mareşalimizin bir itirazı olmaz buna. Bana kalem ve mürekkep getirin.”

Pelerinini arkaya savurarak oturdu; hemen yazı gereçleri geldi; önceki bütün emirleri hükümsüz kılarak Polonyalı Petrowski’nin idam kararının kaldırılmasını ve salıverilmesini bildiren emri kurum kurum kurumlanarak bir çırpıda kaleme aldı.

Sonra da, ihtiyar Grock ölüm sessizliğine bürünen odada tarihöncesinden kalma bir taş put gibi gözünü bile kırpmadan dikiledursun, prens pelerini ve süvari kılıcını ardından sürükleyerek hızla çıkıp gitti. O kadar büyük bir hiddete kapılmıştı ki, birlikleri teftiş etmesi gerektiğini hatırlatmayı kimse göze alamadı. Daha çok bir oğlan çocuğunu andırmakla birlikte, beyaz süvari üniformasının göğsü madalyadan geçilmeyen, kıvırcık saçlı ateş parçası gibi bir delikanlı olan Arnold Von Schacht, topuk selamı çakıp katlanmış kâğıdı prensten aldı; sert adımlarla dışarı çıkıp atına atladı, dik ve dar yolda bir gümüş ok gibi uçtu, bir akanyıldız gibi ağdı.

Yaşlı mareşal ağır ağır, sessiz sakin çadırına döndü, sivri uçlu miğferiyle gözlüğünü ağır ağır, sessiz sakin çıkarıp her zamanki gibi masanın üstüne bıraktı. Sonra çadırın hemen önünde bekleyen emir erlerinden birini çağırdı, derhal Beyaz Süvari Alayı’ndan Çavuş Schwartz’ı bulmasını emretti.

Az sonra, zayıf ama çakı gibi bir adam mareşalin karşısındaydı; çenesinde iri bir yara izi vardı, bir Alman için fazla esmer sayılırdı, yılların fırtınaları, dumanlı kirli havası karartmadıysa elbette. Mareşal ağır ağır başını kaldırırken, selam çakıp dimdik hazırola geçti. Ve imparatorluk mareşali ve buyruğundaki tüm generaller ile bu zavallı çavuş parçası arasındaki derin bir uçuruma karşın, bu hikayede tüm anılanlar arasında yalnızca bu iki adamın birbirlerini tek bir söz etmeden, bir bakışta anladıkları belliydi.

“Çavuş,” dedi mareşal kestirmeden, “seni daha önce iki kez görmüştüm. Biri, sanırım, karabinayla atıcılık yarışmasında ordu ödülünü kazandığındaydı.”

Çavuş selam çaktı ve bir şey demedi.

“Bir seferinde de,” diye devam etti Von Grock, “bize pusu hakkında bilgi vermeye yanaşmayan o lanet olasıca ihtiyar kadını vurduğun için sorguya çekilmiştin. O zaman bu olay bizim çevrelerde bile hakkında pek çok laf edilmesine yol açmıştı. Ama nüfuz senden yana kullanılmıştı. Ben nüfuzumu kullanmıştım.”

Çavuş bir kez daha selam verdi; hâlâ suskundu. Mareşal, tekdüze bir sesle de olsa garip bir açık yüreklilikle sözünü sürdürdü.

“Prens Hazretleri, hem kendisinin, hem de anavatanın güvenliği açısından hayati önem taşıyan bir konuda yanlış bilgilendirilmiş ve aldatılmış. Bu yanlış yüzünden de düşünmeden bir karar vermiş, bu gece idam edilecek olan Polonyalı Petrowski’nin bağışlanması için bir emir göndermiş. Tekrar söylüyorum: Bu gece idam edilecek olan. Hemen atına atla, af emrini götüren Von Schacht’ın peşine düş, durdur onu.”

“Mareşalim, ona yetişmem ne mümkün,” dedi Çavuş Schwartz. “Onun atı alayın en hızlısı, o da alayın en iyi süvarisi.”

“Sana ona yetiş demedim,” dedi Grock, “Onu durdur dedim.” Sonra sesini biraz alçattı: “Bir adamı durdurmanın ya da geri döndürmenin bin bir yolu vardır: Ne bileyim, bağırırsın ya da ateş edersin.” Sesini biraz daha alçaltarak devam etti: “Mesela, bir karabinanın ateşlenmesi dikkatini çekebilir.”

Bunun üzerine, esmer çavuş üçüncü kez selam durdu ve yine hiç sesini çıkarmadan zalimce sırıttı.

“Bu dünya lafla, suçlamalarda bulunarak ya da övgüler düzerek değil, yapılan eylemle değişir,” dedi Grock. “Eylem geri dönülmemecesine değiştirir dünyayı. Şu anda da yapılması gereken eylem, bir adamın öldürülmesi.” Sonra bir çelik gibi ışıldayan gözlerini karşısındakine dikerek ekledi: “Hiç kuşku yok ki, Petrowski’den söz ediyorum.”

Çavuş Schwartz bu kez daha da zalimce sırıttı ve çadırın eteğini kaldırıp karanlığa daldı, atına atlayıp yola koyuldu.

Üç süvariden sonuncusu, hayal gücünü çalıştırma konusunda ilkinden bile daha beceriksizdi. Ama o da, kusursuz olmasa da önünde sonunda insan olduğundan, böyle bir gecede böyle bir göreve giderken, çevresindeki amansız görünümün bunaltıcılığını yüreğinde hissetmeden edemedi. O sarp yol boyunca, deryalardan bin kez acımasız bir uçsuz bucaksızlığın ortasında atını sürüyordu. Çünkü insan orada yüzemeyeceği gibi bir sandalı da yüzdüremezdi, insanın elinden hiçbir şey gelmezdi orada; dibe batardı, o kadar, çırpınmak bile boşunaydı. Çavuş, insanlığın başlangıcından beri var olan balçığın katı da, sıvı da olmayan, her türlü biçimden yoksun, ama her şeye biçim veren varlığını duyumsar gibi oldu.

Kuzey Almanya’daki binlerce ruhsuz, akıllı adam gibi o da tanrıtanımazdı; ama insanlığın ilerlemesinde yeryüzünün doğal çiçeklenmesini görebilen o mutlu paganlardan sayılmazdı. Önündeki dünya, yeşilliklerin ya da canlıların boy atıp geliştiği, meyve verdiği bir çayır değildi; tekmil canlıların dipsiz bir kuyuya düşercesine sonsuza dek gömülecekleri bir cehennemdi; aklından bunların geçmesi, böylesine iğrenç bir dünyada yerine getirmek zorunda olduğu bütün o tuhaf görevlere duygusuzca bakmasını sağladı. Yukarıdan önüne serilmiş bir harita gibi görünen, dümdüz bitki örtüsünün gri-yeşil kabartıları bir gelişimden çok bir hastalık çizelgesini andırıyordu; ve karayla kuşatılmış bu gölcükler sudan çok zehirle dolup taşıyor olabilirdi. İnsanların gölcüklerin zehirlenmesi konusunda kopardıkları bütün o yaygaralar düştü aklına.

Ama, genellikle pek fazla düşünmeyen insanların çoğu düşüncesi gibi, çavuşun bu düşündükleri de, bilinçaltındaki bir baskının sinirlerini bozmasından ve pratik zekâsını etkilemesinden kaynaklanıyordu. Asıl gerçek, önünde dümdüz uzanan yolun yalnızca iç karartıcı değil, aynı zamanda git git bitmeyecekmiş gibi görünmesiydi. İzlediği adamı uzaklarda hayal meyal de olsa görmeksizin bu kadar uzun süre at sürebileceğini rüyasında görse inanmazdı. Şimdiden bu kadar yol almış olduğuna bakılırsa, Von Schacht’ın atı gerçekten de dünyanın en hızlı atı olsa gerekti; çünkü ne kadar hızlı giderse gitsin yola çıkalı o kadar da uzun bir zaman olmamıştı. Gerçi Schwartz ona yetişmesinin mümkün olmadığını söylemişti, ama o güne kadar edinmiş olduğu uzaklık duygusu, Von Schacht’ın az sonra görüneceğini söylüyordu. Ve çok geçmeden, tam umarsızlık ıssızlığın üstüne çöküp baskın çıkacakken, onu görüverdi.

Uzakta görünen beyaz bir leke, giderek ağır ağır büyüdü, dörtnala giden beyaz bir surete dönüştü. İyice görünür duruma gelmesinin nedeni, Schwartz’ın da atını dörtnala kaldırmış olmasıydı; artık süvari alayını simgeleyen turuncu nişanın belli belirsiz de olsa görülebileceği kadar büyümüştü. Koca ordunun atıcılık birincisi Schwartz, bundan daha küçük hedefleri on ikiden vurmuş bir adamdı.

Karabinasını alıp doğrulttu; o hiç de doğal olmayan gümbürtünün sarsıntısıyla, kilometreler boyunca uzanan suskun bataklıktaki yaban kuşları çil yavrusu gibi dağıldılar. Ama yaban kuşları Çavuş Schwartz’ın umurunda bile değildi. Onu tek ilgilendiren, dimdik, beyaz gövdenin, sanki adam birden çarpılmış gibi yamulup biçim değiştirdiğini o kadar uzaktan görebilmesiydi. Adam eyerin üstüne eğilmiş, bir kambur gibi duruyordu; gözünün keskinliğine ve onca deneyimine güvenen Schwartz’ın, kurbanının kurşunu vücuduna yediğinden hiç kuşkusu yoktu, dahası kurşunun kalbine saplandığından emin gibiydi. Bir kez daha ateş ederek atı yere indirdi; at sırtındakiyle birlikte yana devrildi, beyaz bir ışıltı halinde aşağıdaki karanlık bataklığa kayıp düştü, kayıplara karıştı.

Bu serinkanlı çavuş görevini yerine getirdiğinden emindi. Böylesi serinkanlı insanlar genellikle yaptıkları işe fazlasıyla titizlenirler; o yüzden de yaptıkları işte sık sık yanılgıya düşerler. Çavuş, askerliğin ruhundaki yoldaşlığı ayaklar altına almıştı; görevini yapmakta olan yiğit bir subayı öldürmüştü; hükümdarına karşı gelerek ihanet etmiş ve en küçük bir kişisel anlaşmazlık bahanesi bile olmadan elini kana bulamıştı; buna karşılık, komutanının emrini yerine getirmiş ve bir Polonyalının öldürülmesine yardım etmişti. O anda kafasında yalnızca bu son ikisi olduğu için, Mareşal Von Grock’a tekmil vermek üzere gerisin geri yola koyuldu. İşi temize havale ettiğinden en küçük bir kuşkusu yoktu. Af emrini götüren adamın öldüğü kesindi; her nasılsa ölmemiş de can çekişiyor olsa bile, ölmüş ya da can çekişen atını kasabaya kadar sürüp idamı engelleyecek değildi ya. Yok, yine de her şey hesaba katıldığında, geri dönüp hamisinin, bu korkunç planın tertipleyicisinin kanatları altına girmesi çok daha uygun ve akıllıca olacaktı. O da gitti, hiç duraksamadan yüce mareşalin koltuğunun altına girdi.

Ve yüce mareşal gerçekten de yüceliğine yakışır bir davranış gösterdi; yaptığı ya da yaptırdığı gaddarlıktan sonra, gerçeklerle yerinde yüzleşmekten de, maşasıyla bağlantı kurduğu için başına açılabilecek belaları göze almaktan da hiç çekinmedi. Sahiden de, bir saat kadar sonra, mareşal ile çavuş o sarp yolda at sürüyorlardı; olay yerine vardıklarında mareşal atından indi, ama çavuşa yola devam etmesini emretti. Çavuştan, süvarilerin asıl gidecekleri yere kadar gidip, idamdan sonra kasabada ortalığın sakin olup olmadığına, halkın başkaldırma tehlikesinin geçip geçmediğine bir bakmasını istedi.

Çavuş, alçak sesle, “Burada mıydı yani, mareşalim?” diye sordu. “Ben daha ileride sanıyordum; ama bu lanet olası yol da kâbus gibi bitmek bilmiyor.”

Grock, “Burada,” deyip, ağır ağır atından indi, uzun korkuluk duvarının kenarına gidip aşağıya baktı.

Ay, bataklığın üstünde yükselmiş, karanlık suların ve yeşil yosunların üstünde olanca görkemiyle parlıyordu; bayırın dibinde, en yakındaki sazlıkların arasında koca tugayının o güzelim beyaz atlarından ve beyaz süvarilerinden birinden artakalanlar ışık saçan, pırıl pırıl parıldayan bir yıkıntı gibi uzanıyordu. Kim olduğu açık seçik anlaşılıyordu; ay, af emrini götüren ikinci süvari genç Arnold’ın altın sarısı kıvırcık saçları üstünde bir ışık halkası oluşturmuştu; bu gizemli ay ışığı yalnızca kılıç kayışı ile düğmeleri değil, genç askerin kazandığı madalyaları, kol şeritlerini ve rütbe işaretlerini de aydınlatıyordu. Bu büyüleyici ışık tülü altında onu gören, Sir Galahad’in (Arthur efsanesini oluşturan romanslarda, kusursuz şövalyeliğin temsilcisi.) beyaz zırhını kuşanmış olduğunu sanabilirdi; aşağıda yatan bu güzellik ve gençlik timsali ile yukarıdan aşağıya bakan o kaba saba, hoyrat beden arasındaki karşıtlıktan daha korkuncu olamazdı. Grock yine miğferini çıkarmıştı, belki de cenazeye karşı belli belirsiz de olsa bir saygı gösterisiydi bu; ama gözler önüne serilen, kalın derili bir hayvanı andıran o acayip çıplak kafayla boynun, ay ışığında, taş çağından fırlamış bir canavarın tüysüz kafası ve boynu gibi ürkünç parlayışıydı. Rops(Oymabaskılarıyla tanınan Belçikalı ressam ve grafik sanatçısı Félicien Rops (1833-1898).) ya da karamsar, fantastik Alman okullarından gelen bir gravürcü, şöyle bir resim çizebilirdi: Bir böcek kadar insanlıktan uzak dev bir hayvan, yere serilmiş yiğit bir Kerubi’nin(Yahudi, Hıristiyan ve İslam geleneklerinde, insan, hayvan ya da kuş özellikleri taşıyan kanatlı göksel yaratık ve arşın (Tanrı’nın tahtı) taşıyıcısı. Hıristiyan inancında en yüksek melekler arasında) tepesine dikilmiş, kırık kanatlarıyla beyaz ve altın sarısı zırhına küçümseyerek bakıyor.

Grock ne bir dua etti, ne de bir merhamet belirtisi gösterdi; ama zihni, arada sırada karanlık ve kudretli bataklığın bile canlı bir varlıkmışçasına harekete gelmesi gibi belli belirsiz harekete geldi; ve ne olduğunu bilmedikleri bir şey karşısında kendilerini ilk kez savunma gereğini duyan böyle insanların yaptıkları gibi, biricik inancını dile getirmeye, çıplak evren ve parlak aya karşı haykırmaya çalıştı.

“Alman İradesi bu eylemden önce ne idiyse şimdi de o, hiç değişmedi. Nedamet getirenlerin iradeleri gibi, o da, değişimler ve zaman karşısında asla sarsılmaz. Kayadan oyulmuş, yüzü hem geleceğe hem de geçmişe dönük bir yontu gibi zamana direnir.”

İzleyen uzun sessizlikte, bir kâhin edasıyla, o nursuz kibirliliğinin keyfini sürdü; sanki bir suskunluk vadisinde bir taş yontu dile gelmişti. Ama sessizlik uzaklardan belli belirsiz işitilen nal sesleriyle bir kez daha ürpermeye başladı; çok geçmeden de, bataklığın üstünden geçen yolda, atını dörtnala, yarışırcasına süren çavuş belirdi; ayın aydınlattığı yara izleriyle kaplı, yağız çehresinde bu kez yalnızca gaddarlık değil, dehşet de okunuyordu.

“Mareşalim,” dedi tuhaf bir tutuklukla selam vererek. “Polonyalı Petrowski’yi gördüm!” Mareşal, hâlâ dalgın dalgın aşağıya bakarken, “Daha gömmemişler mi onu?” diye sordu.

“Gömmüşlerse de,” dedi Schwartz, “dirilip mezarından fırlamış.” Mareşalin karşısında durmuş, bakışlarını aya ve bataklığa çevirmişti; ama hayal gücünden yoksun bir adam olmasına karşın, gördüğü ay ve bataklık değil, az önce gördüğüydü. Gerçekten de, Paul Petrowski’yi bataklığı aşan yolun hemen başındaki Polonya kasabasının ışıl ışıl ana caddesinde dipdiri ve pür dikkat yürürken görmüştü; kabarık saçları ve çenesindeki bir tutam Fransız sakalıyla onca albüm ve resimli dergide boy göstermiş olan bu zarif karaltı ondan başkası olamazdı. Ardında da, bayraklar ve meşalelerle ayağa kalkmış Polonya kasabasını; yiğitleri serbest bırakıldığı için düğün bayram ettiklerinden hükümete eskisi kadar düşman olmamakla birlikte, kahramana tapınmanın coşkusuyla cezbeye gelen halkı görmüştü.

Grock birden ciyak ciyak bağırarak, “Ne demek istiyorsun sen!” dedi. “Benim emrimi hiçe sayarak onu serbest bıraktılar, öyle mi?”

Schwartz, yine bir selam çakıp, “Onu çoktan salıvermişlerdi,” dedi. “Zaten hiçbir emir ulaşmamış onlara.”

“Yani bütün olup bitenden sonra oraya bizim karargâhtan hiçbir ulağın ulaşmadığına inanmamı mı bekliyorsun şimdi?” dedi Grock.

Çavuş, “Hiçbir ulak ulaşmamış,” dedi.

Bu kez sessizlik çok daha uzun sürdü ve Grock, “Ne halt oldu öyleyse?” dedi boğuk bir sesle. “Bir açıklama geliyor mu aklına?”

“Sanırım,” dedi çavuş, “her şeyi açıklayacak bir şey gördüm.”

Bay Pond, hikayenin burasına geldiğinde, tedirgin eden, boş gözlerle bakarak sustu. “Ее,” dedi Gahagan sabırsızlanarak, “sen bütün bu olup biteni açıklayacak bir şey biliyor musun peki?” Bay Pond, istifini bozmadan, “Evet, galiba biliyorum,” dedi. “Efendim, rapor dönüp dolaşıp benim daireme gelince ben de bu konuya kafa yormak zorunda kaldım. Aslında mesele Prusyalıların o aşırı itaatkârlığından kaynaklanıyordu. Aynı zamanda da Prusyalıların bir başka zaafı olan kibirlilikten. İnsanoğlunu kör eden, çıldırtan ve yoldan çıkaran tutkuların en kötüsü olduğu gibi en gözü dönüğüdür de kibirlilik.

Grock, avanakların karşısında çok rahat, dangalakların karşısında da kendisine çok fazla güvenerek konuşuyordu. Kendi kurmay heyetindeki ahmakları bile aşağılamıştı; hele ilk ulak Von Hocheimer’i sırf salağa benzediği için adam yerine koymamıştı; ama teğmen göründüğü kadar salak değildi. Yüce mareşalin ne demek istediğini, ömrü boyunca böyle kirli işler çevirmiş olan kanı bozuk çavuş kadar o da anlamıştı. Hocheimer, mareşalin o garip ahlak felsefesini de anlamıştı: Bir emre, tutarsız da olsa, karşı çıkılamaz. Komutanının, Petrowski’nin ölüsünden başka bir şey istemediğini, bunu ne pahasına olursa olsun, prensleri aldatmak, askerleri yok etmek pahasına da olsa istediğini biliyordu. Ve arkasından daha hızlı bir süvarinin kendisine yetişmek üzere geldiğini işittiğinde, Grock gibi o da yeni ulağın prensin af emrini taşıdığını anlamıştı. Von Schacht, Almanya’nın bu hikayede fazlasıyla ihmal edilmiş olan daha soylu bir geleneğinin timsali sayılabilecek o çok genç ama cesur subay, kendisini daha soylu bir politikanın ulağı kılan bir kazaya kurban gitmişti. Hocheimer’e, Avrupa’da bir zamanlar şövalye denilen o soylu süvarilerin hızıyla yetişti, durup geri dönmesi için ona ulakların borazanını andıran sesiyle seslendi. Ve Von Hocheimer de öyle yaptı. Anrun dizginine asılıp durdu, eyerinde arkasına döndü; ne ki, karabinasını piştov gibi tutup Von Schacht’a doğrulttu, çocuğu iki kaşının ortasından vurdu.

Sonra yeniden dönüp, koynunda Polonyalının idam emri, atını sürdü. Arkasında bıraktığı at ve süvari korkuluk duvarından aşağıya uçtuğu için yolda hiçbir engel kalmamıştı. Üçüncü ulak da, bu açık, engelsiz yolun bitmek bilmemesini yadırgayarak gönüllü gönülsüz ilerliyordu; sonunda uzakta beyaz bir yıldız gibi akan o şaşmaz süvari üniformasını gördü ve o da ateş etti. Ne ki, ikinci ulağı değil, birinci ulağı vurmuştu.

İşte bu nedenle, o gece ulakların hiçbiri Polonya kasabasına sağ salim varamadı. İşte bu nedenle, mahkûm hapishaneden sağ salim çıktı gitti. Şimdi, Von Grock’un iki sadık hizmetkârından birinin fazla olduğunu söylerken yanılıyor muymuşum, söyleyin bakalım?”

Gilbert Keith Chesterton

Bir cevap yazın