You are currently viewing Edgar Allan Poe Hikayeleri; “Kızıl Ölüm’ün Maskesi”
  • Post comments:0 Yorum

Edgar Allan Poe Hikayeleri; “Kızıl Ölüm’ün Maskesi”

Korku Hikayesi Oku;

“Kızıl Ölüm” uzun süredir ülkeyi kırıp geçiriyordu. Hiçbir salgın böylesine ölümcül, böylesine korkunc olmamıştı. Sembolü ve mührü kandı. Kanın kızıllığı ve dehşeti. Önce keskin sancılar, ani baş dönmeleri başlıyor, sonra derideki gözeneklerden kan geliyor, hastalığa yakalananlar ölüyordu. Kurbanın vücudunda özellikle de yüzünde beliren kızıl lekeler, onu diğer insanların yardım ve sevgisinden yoksun bırakıyordu. Hastalığın kendini göstermesi, ilerlemesi ve bitişi yarım saatte oluyordu.

Ama Prens Prospero mutlu, cesur ve akıllıydı. Halkının yarısı hastalıktan yok olup gidince, saraydaki şövalyelerle kadınlar arasında sağlığı ve sıhhati yerinde olan bin kişiyi huzuruna çağırttı. Onlarla birlikte kale gibi bir manastıra, inzivaya çekildi. Burası çok büyük ve görkemli bir yapıydı. Prensin o tuhaf acayip, o ince beğenisinin bir örneğiydi. Etarfında kocaman, sağlam bir duvar vardı. Bu duvarda ise demir kapılar gömülüydü. Saraylılar kapılardan girdikten sonra ocakları ve büyük çekiçler getirildi ve sürgüler eritilip kapatıldı. Amaç, içeridekilerin umutsuzluk ya da delilik nöbetine tutulup dışarı çıkmalarını, dışarıdan da içeri girmesini önlemekti. Manastır bol erzakla doluydu. Bu tedbirlerden sonra saraylılar, salgına kafa tutabilirdi. Dış dünya, kendi başının çaresine bakmalıydı. Bu zamanda yas tutmak ya da tasalanmak anlamsızdı. Prens eğlence ve zevk adına ne varsa hepsini bir araya toplamıştı. Soytarılar, şarkıcılar, dansçılar, çalgıcılar vardı, güzellik ve şarap vardı. İçerde bütün bunların yanında emniyet de vardı. Dışarıdaysa “Kızıl Ölüm.”

Prens Prospero manastıra çekilişinin beşinci ya da altıncı ayında, salgının doruğa ulaştığı sıralarda, konukları onuruna görkemli bir maskeli balo düzenledi. Balo her türlü şehvet sahnesini barındırıyordu. Ama önce size balonun verildiği salonları anlatayım.

Burası yedi odalı görkemli bir süitti. Saraylarda çoğu kez bu odalar iç içedir, uzun ve kesintisiz bir görünümleri vardır. Kapılar açılınca salon olabildiğince rahat görülebilir. Burada ise durum çok farklıydı. Dükün garip şeylere olan düşkünlüğünün bir sonucuydu bu. Odalar öylesine karışık şekilde sıralanmıştı ki, bakan kişi yalnızca bir odayı belki biraz daha fazlasını görebiliyordu. Her yirmi – otuz metrede bir, keskin bir dönemeç ve her dönemeçte şaşırtıcı bir görüntü uzanıyordu. Sağ ve soldaki duvarların tam ortasında uzun ve dar Gotik bir pencere, odanın girintilerini takip eden kapalı bir koridora açılıyordu. Pencerelerin camları renkliydi. Pencerenin açıldığı odanın döşemesindeki renge göre değişiyordu bu renkler. Doğu uçtaki oda mavi döşenmişti. Örneğin camlarda renk canlı maviyken, oda da maviydi. İkinci odanın süsleri, halıları erguvan rengiydi ve burada camlar da erguvandı. Üçüncü oda baştanbaşa yeşildi, camlar da öyleydi. Dördüncü turuncu döşenmiş, turuncu ışıklarla aydınlatılmıştı, Beşinci beyaz, altıncı mor. Yedinci oda ise, tavanı boydan boya dolduran, duvarlardan aşağı sarkan kadifelerle kaplıydı. Zeminde aynı kumaştan, aynı renkte bir halı vardı. Yalnız bu odada camların rengi odaya hakim olan renkten farklıydı. Camlar kızıldı. Koyu kan kırmızısıydı. Yedi odanın hiçbirinde ortalığa serpiştirilmiş, tavandan sarkıtılmış altın süs eşyaları arasında bir lamba ya da şamdana rastlanmıyordu. Ne lamba ışığı, ne şamdan ışığı vardı bu iç içe geçmiş odalarda. Koridorun odalara bakan kısımlarında, her pencerenin tam karşısında üçayaklı demir bir sehpa duruyordu. Bunların üzerinde birer mangal yanıyor, mangallardan yayılan ışık renkli camlardan süzülerek bitişikteki odayı ışık veriyordu. Böylece odaları rengarenk, tuhaf görüntüler kaplıyordu. Ama batıdaki siyah odada, kan renkli camlardan koyu döşemeye yansıyan alev ürkütücü bir etki bırakıyordu. İçeri girenleri öylesine korkuyordu ki tekrar girebilecek cesareti gösterenlerin sayısı çok azdı. Yine bu odada, batı duvarına dev bir abanoz saat konmuştu. Sarkacı sağa sola sallanırken, donuk, ağır, tekdüze bir ses çıkarıyordu. Yelkovan turunu tamamlayıp saat başını gösterdiğinde saatin pirinç ciğerlerinden duru, tiz ve derin, ezgi dolu bir ses yükselirdi. Sesin öyle garip bir tonu, öyle garip bir vurgusu vardı ki orkestradaki çalgıcılar her saat başı ister istemez bir an duraklayıp ona kulak veriyorlardı. Vals yapanlar dönüşlerini yarıda kesiyor ve neşeli konuklar bir süre durgunlaşıyordu. Saatin vuruşları birbirini izledikçe, en coşkulu kişilerin bile yüzlerinin solduğu, daha yaşlıların ise karmaşık düşüncelere, hayallere dalmış gibi ellerini alınlarında gezdirdikleri görülüyordu. Ama yankılar tamamen dinince kalabalığı yeniden neşe sarar, kahkahalar duyulurdu. Çalgıcılar birbirlerine bakıp kendi tedirginliklerine, budalalıklarına gülüşürlerdi. Saatin sonraki vuruşunda aynı duygulara kapılmayacaklarına fısıldayarak söz verirlerdi. Ne var ki altmış dakikalık (ki bu uçup giden zamanın üç bin altı yüz saniyesi demekti) süre dolunca saatin vuruşu yine duyulur, eski tedirginlik, ürkeklik ve düşüncelilik hali tekrar yaşanırdı.

Tüm bunlara karşın şölen muhteşemdi. Dükün tuhaf zevkleri vardı. Renkleri ve bıraktıkları etkiyi iyi biliyordu. Günün moda davranışlarından kaçınırdı. Tasarıları cesur ve ateşliydi. Görüşleri barbarlara özgü bir ışık taşırdı. Bazılarına göre deliydi. Ama ona yakın kişiler, deli olmadığına inanırlardı. Deli olmadığına inanabilmek için onu duymak, görmek, ona dokunmak gerektiğini söylerlerdi.

Yedi odadaki süs eşyalarının çoğunu bu büyük şölen için kendisi getirtmişti. Konukların giysileri ile bile o ilgilenmişti. Gerçekten tuhaf görünmelerini istemişti. Kıyafetler parlak, parıltılı, şaşırtıcı ve gariptiler. Hernani’den bu yana görünen en tuhaf kıyafetlerdi. Bazıları üstlerine uymayan, değişik süslemeli kıyafetler giymişti. Bazıları ise bir delinin hayal dünyasından fırlamış gibiydiler. Güzel, şehvani, tuhaf, korkutucu ve hatta iğrenç giysiler vardı. Bu rüyalar topluluğu yedi odadan birine girip birinden çıkıyordu. Bunlar –hayaller- girdikleri odanın rengini alırken orkestranın çılgın müziği adımlarının yankısına eşlik ediyordu. Ve şimdi kadife odadaki abanoz saat çalıyor! Her şey bir an için duruyor. Saatin sesinden başka ses duyulmaz oluyor. Hayaller oldukları yerde donuyor. Sonra saatin yankısı diniyor –zaten sadece bir saniye sürdüler- ve sesler kaybolurken kaygısız, boğuk bir kahkaha aralarına karışıyor. Müzik yeniden coşuyor, hayaller eskisinden de büyük bir neşeyle odalara girip çıkmaya başlıyor. Sehpalardan yayılıp farklı renklerdeki pencerelerden giren ışığın rengini alıyorlar. Ama odaların en batısına düşen yedinci odaya maskelilerden hiçbiri ayak basmıyor artık. Çünkü gece ilerliyor, kan rengi camlardan daha da kırmızı bir ışık giriyor artık. Kuzguni perdelerin karanlığı görenleri dehşete düşürüyor. Çünkü o siyah halıya ayak basanlar yakındaki abanoz saatten peş peşe gelen boğuk sesleri, diğer neşeli odalardaki seslerden çok daha net duyuyor. Ama bu diğer odalar ağzına kadar doluydu. Buralarda hayatın nabzı çılgınlar gibi atıyordu. Baş döndürücü eğlence her yanı sarmıştı. Ta ki saat gece yarısını vuruncaya dek. O sırada, demin de söylediğim gibi müzik durdu, valsçiler dönmeyi kesti. Önceki seferlerdeki gibi ortalığa huzursuz bir sessizlik çöktü. Saatin çanı on iki kez vuracaktı. Saat çaldı. Bu süre her  zamankinden daha derin düşüncelere dalmış olan bazılarına fazla uzun gelmişti. Belki de bu yüzden daha saatin vuruşlarının son yankıları dinmeden kalabalıktakilerin pek çoğu daha önce kimsenin gözüne çarpmamış o maskeli konuğun farkına varacak vakit buldular. Bu yeni konuk üzerine söylentiler önce kulaktan kulağa yayıldı, sonra bütün kalabalıktan şaşkın, hoşnutsuz bir uğultu, homurdanmalar yükseldi. Bu hisler sonunda korku, dehşet ve tiksintiye dönüştü.

Sıradan biri, daha önce anlattığım bu hayaller topluluğunun üyelerinde böyle bir ilgi uyandıramazdı kuşkusuz. İşin aslı, baloda en akla gelmedik maskeler bile kullanılmıştı. Ama bu yeni gelen kişi herkesten ileri gitmiş, prensin koyduğu belirsiz edep sınırlarını bile aşmıştı. En kaygısız insanların bile hassas olduğu bazı noktalar vardır. Yaşamla ve ölümle aynı derecede dalga geçebilen, tükenmiş kişilerin bile alaya alamayacağı durumlar olabilir. O an kalabalıktakilerin hepsi yabancının kıyafet ve tavırlarında adaba ya da nükteye sığmayacağını düşünüyor olmalıydılar. Yabancı zayıfça ve uzun boyluydu. Tepeden tırnağa bir kefene bürünmüştü. Yüzünü gizleyen maske katılaşmış bir cesede öylesine benziyordu ki, yakından bakanlar bile onu bir ölüden ayırt edemezdi. Yine de, tüm bu olanlar –onaylanmasa bile-hiç değilse katlanılabilirdi belki ama o maskeli yabancı Kızıl Ölüm’ün kılığına girecek kadar cüretkar davranmıştı. Üstü başı kan içindeydi. Geniş yüzü de korkunç, kızıl lekelerle doluydu.

Prens Prospero, hortlak benzeri bu kişiye takılınca, (yabancı oynadığı rolün gereklerini yerine getirmek istercesine, valsçilerin arasında ağır ve ciddi
adımlarla geziniyordu) ilk anda korku ya da tiksinti duyarak irkildi, ama çok geçmeden yüzü öfkeden kıpkırmızı kesildi.

“Kim bu densiz?” diye sordu yanı başında duran saray mensuplarına dönerek, “bizimle bu şekilde alay etmeye cüret eden kim? Hemen yakalayın onu ve maskesini çıkarın. Çıkarın ki gün doğarken kimi asacağımızı, mazgallardan kimi sallandıracağımızı öğrenelim!”

Prens Prospero bu sözleri söylerken doğudaki mavi odadaydı. Sesi, yedi odada birden çınlamıştı çünkü Prens, cesur, güçlü, kuvvetli bir adamdı ve müzik elinin tek hareketiyle susmuştu.

Yanında soluk maskeli bir grup saray mensubu vardı. O konuşurken yanındakiler davetsiz misafire doğru atıldılar. Zaten yakınlarda bulunan yabancı da kararlı ve ağır adımlarla konuşana yaklaştı. Ama bu maskeli aktörün kostümü çevredekiler üzerinde öylesine tuhaf bir korku uyandırmıştı ki ellerini uzatanların hiçbiri onu yakalayamadı. Böylelikle hiçbir engelle karşılaşmadan Prens’e aralarında bir metre kalacak kadar yaklaştı. Kalabalık birlikte hareket ederek, duvarlara doğru çekilirken, o baştan beri dikkati çeken ağır, ölçülü adımlarıyla, yine hiçbir engelle karşılaşmadan, mavi odadan mora, mordan yeşile, yeşilden turuncuya, oradan beyaza ve siyaha geçti. O an, öfkeden ve bir anlık korkaklığının utancından deliye dönen Prens Prospero yerinden fırladı, koşarak geçti altı odayı. Herkes korkudan donakaldığı için peşinden kimse gitmiyordu. Prens hançerini çıkararak uzaklaşan yabancının hızla yaklaştı. Aralarında bir metre kalmıştı. O sırada kadife kaplı odanın ucuna ulaşmış olan yabancı ansızın dönüp Prens’le yüz yüze geldi. Keskin bir çığlık duyuldu. Parıldayan hançer siyah halının üstüne düştü. Hemen sonra Prens yığıldı halının üstüne. O zaman kalabalık umutsuzluktan gelen cesaretle abanoz saatin gölgesinde dimdik, kımıldamadan duran uzun boylu, maskeli kişinin üzerine atıldı. Ancak hırpaladıkları kişinin mezar giysilerinin ve bir cesedin yüzünü andıran maskesinin altında bedeninin olmadığını görünce tarifsiz bir dehşete kapıldılar.

Karşılarında Kızıl Ölüm’ün durduğunu anlamaları uzun sürmemişti. Gece vakti içeri bir hırsız gibi girmişti. Ve konuklar içinde çılgınca eğlendikleri ve şimdi her tarafı kana bulanmış odalarda teker teker yığılıp, oldukları yerde kaskatı kesilerek öldüler. Şenlikçilerin Şenlik insanlarının sonuncusu da ölürken abanoz saatin de hayatı tükeniyordu. Sehpalardaki alevler söndü. Ve Karanlığın, Çürüyüşün ve Kızıl Ölüm’ün hepsi üzerindeki sonsuz egemenliği başladı.

Edgar Allan Poe

Edgar Allan Poe Hakkında

(19 Ocak 1809 – 7 Ekim 1849) – Edgar Allan Poe ABD’li şair, kısa öykü yazarı, editör ve edebiyat eleştirmeni, Amerikan Gotik Edebiyatının öncülerinden, ABD’nin ilk kısa hikaye yazarlarından, modern anlamda korku gerilim ve polisiye türlerinin de öncüsüdür.

Polisiye, gizem, gotik, bilim kurgu gibi pek çok türde öykü ve şiirler yazan Poe, kendinden sonraki nesile de örnek ve ilham kaynağı oldu.

Poe’nun sanatı da hayatına benzer: Acılarla dolu ve karmakarışıktır. Hele, kendi duyduğu acı verici korku ürpertilerini okurlarına da aynen duyurmakta son derece ustadır. Başından geçenleri canlandırmakta da oldukça başarılıdır.

Edgar Allan Poe’nun şiirleri azdır. Bunlar içinde Türkçe dahil bütün dünya dillerine çevrilmiş olan çağdaş Avrupa şiirini etkilemiş bulunan “Kuzgun“, “Annabelle Lee“, “Çanlar” gibi parçalar son derece duygulu eserlerdir. Eleştirme yazıları kuvvetli bir mantık, sağlam bir görüş, doğru hükümlerle kendi alanında örnek olmuştur.

Edgar Allan Poe’nun kişiliğinin en kuvvetli yönü şüphesiz, hikayeciliğindedir. “İşitilmedik Hikayeler” adını verdiği hikaye kitabında kabus fikrinin en eşsiz örneklerini canlandırmıştır. Kendi söylediğine göre o zamana kadar hikayelerde temel olan “olay” yerine, bir “etkileyici düşünce” arıyor, bunu hareket noktası yapıyordu. Sonradan, bu etkileyici düşünceyi gerçekleştirmek üzere bir olay kurguluyordu. Örneğin “Sphinx” adlı hikayesinde okuyucuyu korkudan ürperten canavarın bir santim boyunda bile olmadığını ancak hikayenin sonunda anlaşılır. “Morg Sokağı Cinayeti” gibi polis hikayeleri de yazmış olan Poe, bunlarda, hikayeye olayın sonundan başlarsak tarzını getirmiştir. 70 kadar hikayesi vardır. Bunlar içinde “Kuyu ile Sarkaç“, “Kızıl Ölümün Maskesi“, “Değirmi Portre” en tanınmışlarıdır. Edgar Allan Poe’nun hemen hemen tüm eserleri Türkçemize çevrilmiş durumdadır.

Eserlerinde daha çok ölüm konusunu işleyen ve gotik edebiyatın önde gelen kalemleri arasında yer alan Edgar Allan Poe, korkunun yanında hiciv ve mizah ögeleri de kullanmıştır. Edebiyat eleştirmeni olarak da tanınan Poe’yu meslektaşı olan arkadaşı James Russell Lowell: “Kurgu eserler üzerine Amerika’da eleştiri yazmış olan en titiz, felsefi ve korkusuz eleştirmen” sözleriyle tanımlamıştır.

Bir cevap yazın