You are currently viewing Dehşet Hikayeleri; “Randevu”
  • Post comments:0 Yorum

Odaya girdiğimde bana oturacağım bir yer gösterirken kendini bir divana sırt üstü atan ev sahibi “Ha, ha, ha! Ha, ha, ha!” diye güldü. “Görüyorum ki,” dedi, böyle benzersiz bir karşılamayı bienseance’a (Yol yordam, görgü kuralları.) uygun bulmakta zorlandığımı fark ederek, “dairem, heykellerim, resimlerim, dekorasyon ve mimari anlayışımın orijinalliği kafşısında şaşkınlığa düştünüz, görkemimden başınız döndü, değil mi? Ama, bağışlayın beni aziz bayım (sesinin tonu burada içten bir fısıltıya dönüştü), yakışık almaz gülüşüm için beni bağışlayın. Öyle şaşkın görünüyordunuz ki! Ayrıca, bazı şeyler öyle gülünçtür ki insan ya gülmelidir ya da ölmeli. Gülmekten ölmek, ölümlerin en harikası olsa gerek! Sir Thomas More -çok mükemmel bir insandı Sir Thomas More- Sir Thomas More, anımsayacağınız gibi gülmekten öldü. Bundan başka, Ravisius Textus’un Absurdities’inde de aynı görkemli sona ulaşan insanların uzun bir listesi vardır.” “Sparta’da,” (“Eski yer” anlamına gelen Palaeochiori, Akrepolis’in bulunduğu yer olan ve “Eski Kent” anlamına gelen Palaiopolis anlamında kullanılmış olabilir.) (Şimdiki adı Palaeochiori) diye devam etti düşünceli bir tarzda, “hisarın batısında neredeyse yerle bir olmuş karmakarışık kalıntıların arasında, üzerindeki ΔΑΣΜ harfleri hala okunabilen bir kaide olduğunu biliyor muydunuz peki? Bunun ΓEΔAΣMA (Gülüş, kahkaha) sözcüğünün bir kısmı olduğuna kuşku yok. Sparta’da binlerce ilah için binlerce tapınak ve türbe ·bulunmaktaydı. Bu binlerin arasından bir tek Kahkaha sunağının ayakta kalmış olması ne kadar tuhaf!” Ses tonunda ve tavrındaki belirgin bir değişiklikle, “Ama şu anda,” diye sürdürdü konuumasını, “sizin zararınıza eğlenmeye hakkım yok. Epey şaşırmış olmalısınız. Avrupa, benim krallara layık küçük odam kadar mükemmel herhangi bir şey yaratamaz. Diğer dairelerim hiçbir şekilde aynı düzeyde değildir, onlar tatsız tuzsuz modanın en uç örneklerinden başka bir şey değiller. Bu, modadan daha iyi, değil mi? Yine de, sırf burayı görmek; böyle bir şeye sahip olmak için varını yoğunu harcaması gerekenlerin kudurmalarına yeter. Ama ben bu tür bir küfre karşı tedbirimi önceden aldım. Donatıldığından beri bu şahane yerin esrarına benimle uşağımdan başka, bir istisna dışında, adım atan tek insan sizsiniz!”

Bu sözlere başımı eğerek karşılık verdim, zira söz ve davranışlarının beklenmedik tuhaflığıyla birlikte karşı karşıya olduğum görkem, baş döndürücü kokular ve müzik; beni bir iltifat tümcesi kurmaktan alıkoyuyordu.

Kalkıp koluma dayanarak odanın içinde dolaşmaya başlarken “Burada,” diye devam etti, “burada Yunanlılardan Cimabue’ye (Giovanni Cimabue (Cenni di Pepo, 1240-1302): İtalyan ressam ve mozaik ustası. İtalya’da erken dönem Ortaçağ resmine egemen olan Bizans üslubunun son büyük temsilcisidir. Dante onu İtalyan sanatçılan arasında ilk sıraya koyuyordu.) ve Cimabue’den bugüne kadar resimler var. Çoğu, gördüğünüz gibi, belirli bir sanat anlayışı dikkate alınmadan seçilmiştir. Bununla birlikte, hepsi de böyle bir odanın döşenmesine uygun. Burada tanınmamış büyük sanatçıların chef d’ceuvre’leri ((Fr.) Başyapıt.) var, yine burada, akademilerin anlayışlarının adlarını unutuşa ve bana terk ettiği, zamanında ünlenmiş insanların yarım kalmış tasarıları var.” Birden bana doğru dönerek; “Bu Madonna della Pietia hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

“Guido’nunki!” (İki Guido bulunmakla birlikte, Poe’nun Siena Okulu’nun kurucusu Guido da Siena’ya (13. yüzyıl) atıf yaptığı kabul edilebilir.) dedim, tabiatımın tüm coşkunluğuyla, çünkü kendimi tamamen resmin olağanüstü güzelliğini incelemeye vermiştim. “Guido’nunki! Onu nasıl elde ettiniz? Hiç şüphe yok ki, heykelde Venüs ne ise bu da resimde odur.”

“Venüs mü?” dedi düşünceli bir tavırla, “Güzel Venüs, Medici’nin Venüsü? (Adıru en ünlü sahibinden alan Medici Venüs’ü veya Medici Aphrodite’i İÖ 3. yüzyıla aittir ve muhtemelen Praksiteles’in tahrip olmu§ olan Knidos Mrodit’inden türetilmi§tir. Bugün Floransa’daki Uffizi Gallery’de bulunmaktadır.) Altın saçlı, küçük kafalı Venüs? Sol kolun bir kısmıyla (burada sesini güçbela duyulacak denli alçalttı) sağ kolun tamamı restore edilmiş ve, sanırım, yapmacık tavrın tüm özü bu sağ kolun işvesinde yatıyor. Canova’yı (Antonio Canova (1757-1822): En ünlü yapıtı Napoleon’un kızkardeşi olan ünlü neoklasik heykeltıraş.)  verin bana! Apollon’un (En ünlü Apolion heykeli Apolion Belvedere’dir. Orijinal Yunan heykeli bronz olup Roma kopyasının sağ ön kolu ve sol eli Michelangelo’nun bir öğrencisi tarafından restore edilmiştir) kendisi de bir kopya, buna hiç kuşku yok-farfaracı Apolion esinini göremeyen ben sıfır numara salak olmalıyım! Antinoüs’ü (Antinoüs (110-130): Roma imparatoru Hadrianus’un gözdesi. Ölümünden (Hadrianus’u kurtarmak isterken boğulmuştur) sonra imparator tarafından tanrılaştırılmıştır.) yeğlemekten -acıyın bana-Antinoüs’ü yeğlemekten kendimi alamıyorum. Heykeltıraşın heykelini mermer bloğu içinde bulduğunu söyleyen Sokrates değil miydi? Öyleyse, Michelangelo’nun şu dizeleri hiç de orijinal değil:

Non ha l’ottimo artista alcun concetto

Che un marmo sola in se non circonscriva.”

(“En iyi sanatçının aklına gelebilecek hiçbir düşünce yoktur. /  Ki bir mermer blok onu zaten içinde barındırıyor olmasın.” (Soneto 151.))

Gerçek bir centilmenle bayağı birinin tavırları arasında, başlangıçta tam olarak ne olduğunu anlayamasak da, her zaman var olduğunu bildiğimiz fark bulunduğuna işaret edilmiştir ya da işaret edilmiş olmalıydı. Bu gözlemin arkadaşımın hal ve tavırlarına tam olarak uyduğunu kabul etmekle birlikte, olaylarla dolu o sabah, onun huy ve mizacına çok daha fazla uyduğunu hissettim. Onu bütün insanlardan neredeyse apayrı bir yere yerleştiren bu ruh halini, en iyi, Persepolis tapınaklarının kornişlerini süsleyen sırıtkan maskların gözlerinden kıvranarak çıkan zehirli yılanlar gibi, en önemsiz eylemlerini bile istila eden, eğlence anlarının içine sızan, en mutlu anlarıyla iç içe geçen yoğun ve sürekli bir düşünme alışkanlığı olarak tanımlayabilirim.

Bununla birlikte, önemsiz meseleler hakkında hararetle, hafiflik ve ciddiyet karışımı bir tonla konuşmasını, hareket ve konuşmalarında sezilen dehşet havasını, insanın içine işleyen o dokunaklı tonu, bana her zaman anlaşılmaz gelen, çoğu kez de dehşet verici görünen huzursuzluğu ve heyecanı tekrar tekrar gözlemlemekten kendimi alamıyordum. Sık sık da, belli ki başını unuttuğu bir tümcenin ortasında duruyor, her an odaya girmesi beklenen bir konuğu veya salt kendi imgeleminde var olması gereken sesleri dinliyormuş gibi, tepeden tırnağa dikkat kesiliyordu.

Onun derin düşüncelere veya hayale daldığı bu anlardan birinde, şair ve bilgin Politian’ın (Politian veya Angelo Poliziana (1454-1494): İtalya’daki ilkoyunlardan biri olan Favola d’Orfeo’yu (Orpheus’un Öyküsü, 1480) yazmış olan İtalyan şair ve hümanist. Perdeler halinde yazılmamış olan bu yapıt, Poe’nun zamanında yeniden ele alınarak günün oyunlarına uygun bir formata sokulmuştur. Poe’nun da Politian adında tamamlanmamış bir oyunu bulunmaktadır.) yanımdaki divanın üstünde duran nefıs trajedisi “Orfeo”nun (İtalya’da yazılmış ilk trajedi) sayfalarını çevirirken altı kurşun kalemle çizilmiş bir pasaja rastladım. Üçüncü perdenin sonlarına doğru bir pasajdı bu – insanın yüreğini hoplatan türden bir pasaj. Biraz uygunsuz olmakla birlikte, hiçbir erkeğin yeni bir heyecanla yüreği çarpmadan, hiçbir kadının iç çekmeden okuyamayacağı bir pasaj. Bütün sayfa taze gözyaşlarıyla lekelenmişti, kitabın yaprakları arasına konmuş beyaz bir kağıt üzerinde aşağıdaki İngilizce dizeler vardı; arkadaşıının el yazısından öyle farklı bir el yazısıyla yazılmıştı ki, yazının ona ait olduğunu tanımakta oldukça zorlandım.

Bir cevap yazın